11 Aralık 2013 Çarşamba

Ya Olursa?


Olmamış olayları olmuş gibi vehmedip kaygılanmamak üzerine Mustafa ULUSOY imzalı çok güzel bir yazı...

Ya kanser olursam, -daha fenası ya içimde sessiz ve sinsice büyüyen bir ur varsa- günlerim yatakta geçer ve ölürsem. 
Ya çocuğumun başına bir şey gelirse. 
Ya kaza yaparsam. 
Ya eşim yolda gelirken araba çarparsa.
Ya işimi kaybedersem. 
Ya okulu bitiremezsem. 
Ya bir hata yaparsam. 
Ya nişanlım beni terk ederse? 
Ya karşıya geçerken vapur batarsa. 
Ya köprünün üzerindeyken deprem olursa. 
Ya göçük altında kalırsam. 


Bunlar zihnin uydurduğu kaygılar değil. Kelam ilminde ‘’İmkân-ı zâtî’’ denilen durumlar. Yani bir şeyin aslında (zatında) mümkün olma hali, başka bir deyişle olabilirlik halidir. İnsan yolda kaza yapabilir, mümkündür. Sevdiklerinin başına bir şey gelme ihtimali her zaman vardır. İşini kaybetmesi olabilir. Kimse deprem olmayacağının garantisini veremez. Vapur bir deniz kazası sonucu batabilir ya da sert bir fırtınaya kurban gidebilir. Hepsi hepsi mümkündür. 

Zihin, mümkünatı olan şeylerle ilgilenir. İnsanların hiç olmayacak şeylerle kaygılandığı pek vaki değildir. Mesela kimse, ya aydan düşersem, diye bir kaygı taşımaz. Çünkü ayda insan yaşamaz ve aydan insan düştüğü de vaki değildir, imkân-ı muhaldir. Ama, dünyaya ya bir meteor çarparsa, diye kaygılanabilir çünkü bu mümkündür. İnsanın dert ettiği şey bu alemde olan, olabilecek şeylerdir. İnsanın kaygılandığı şeylere inanarak kaygı duymasının bir nedeni de olabilirlik ihtimali taşıması yani imkân-ı zâtî olmasıdır. 

İşin ilginç yönü, kaygının gerçek nedeninin “ya olursa” olmamasıdır. Çünkü kaygı, endişe, vehim ve vesveseler imkân-ı zihni olarak yaşanmaktadır. Zatında olması mümkün olan bir şeyin, ama henüz olmamış, vücuda gelmemiş, henüz gerçekleşmemiş olan bir şeyin “gerçekleşmiş gibi” yaşanmasıdır. Peki bu nasıl oluyor, nasıl oluyor da olmamış bir şey olmuş kadar sarsıyor? Çocuğunun başına bir şey geleceğini vehmeden kişi, henüz imkân-ı zati düzeyinde olan bu olabilirlik halini muhayyilesinde, hayal dünyasında kurgulamaya başlar. Canlı canlı imgeler, resimler belirir zihninde, tasavvurunda. Mesela, çocuğu kanser olmakta, hasta yatağında yatmakta, hali perişan, kendisi mutsuz ve umutsuzdur. Ya da vapurun batacağından korkan insan, kendisinin de akıl dışı bulduğu bu kaygıdan kendini kurtaramamasının nedeni; olabilirlik halinden çıkarıp imkân-ı zihni dünyasında olmuş gibi tasavvur etmesidir. Zihninin sinema perdesine capcanlı bir batma sahnesi gelir. Yavaş yavaş denize gark olan vapurda, insanlar kaçışmakta, neredeyse birbirini ezmekte, kendisi de denizin dibini boylamakta, nefes alamamakta, boğulup ölmektedir. 

İmkân-ı zihniyi ben en iyi rüya analojisiyle anlayabiliyorum. Son derece güvenli bir yerde uyuyan ve maddi manevi hiçbir dünyevi sıkıntısı olmayan bir insan düşünelim. Dışarıdan baktığımızda bu insan bir tehlike altında mı? Hayır. Başına bir iş mi geldi? Hayır. Kaygı, endişe edecek bir halde mi? Hayır. Bu insanın o an için oldukça mutlu mesut olmasını bekleriz çünkü kaygı, korku, endişe hissedecek bir durumun içinde değildir. Ancak bu insan o an çok büyük kaygı ve korku yaşamakta, kalbi deli gibi atmakta, kesik kesik nefes almaktadır. Çünkü bu insan o an rüya görmektedir. İnsan rüya görürken, o an yaşadıklarını gerçekten yaşamadığı halde neden korku, heyecan, panik duymaktadır peki? Bu bir rüya canım, diye geçip gidememektedir? Çünkü, kişi rüya görürken rüya gördüğünün idrakinde değildir. Rüyasını canlı canlı, o olayları gerçekten yaşıyormuş gibi yaşar. İşte, ya şu olay başıma gelirse diye kaygı yaşayan bir insanın sorunu da rüya gören ve o an gerçekten vuku bulmayan şeyden vuku bulmuşçasına korkan insanın hali gibidir. İnsan zihni, rüyada olduğu gibi, olabilirlik dahilinde olan bir olayı olabilirlikten çıkarmış, o olayı sanki o an yaşıyormuş gibi tasavvur ve tahayyül etmektedir. 

Kişinin kendine soracağı soru şu kanaatimce: Kaygılandığım şey, şimdi, şu an vücut buldu mu, gerçekten başıma geldi mi? Başıma gelmesinden endişelendiğim olayın gerçekten olduğuna dair elimde bir delil, kanıt, emare var mı, yoksa ihtimallere göre mi hüküm veriyorum? Hayatta birçok şey olabilir, birçok şey başımıza gelebilir, birçok şeyi yaşayabiliriz. Başımıza gelmeyen şeylerin o an gerçekten vuku bulmadığını unutup gaflete düşmek, en büyük gafletlerden biri olsa gerek. 

23 Ekim 2013 Çarşamba

Köhne Evlerde Hiç Eskimeyen Mutluluklar


Dışardaki rüzgarın uğultusu, sobada yanan ateşin çıtırtısı, pişen ekmeğin miss gibi kokusu içine bi huzur verdi. Ah bi de hali olsa da deliklerden gelen havaya engel olmak için bir şeylerle kapatsa şu delikleri.

Kocaman da evde yok ki, karşı kapıya yardıma gitmiş. Ne de olsa hayat arkadaşı, koca çınar... Gelip yardım ederdi bu zayıflamış ihtiyara. "Yaşlandım gari" dedi kendi kendine, zaman bizi eskitti...

Köhne dedi sonra sessizce, eksik dişleri yüzünden tam söyleyemese de. 

Geçen gelen fotoğrafçı kız da, "bu köhne evde nasıl yaşıyorsunuz?" demişti. Eve şöyle bir bakış attı kuzinenin içinde pişen ekmeği almayı beklerken. "Öle köfne felan demese ya!" 

İçi burkuldu birden. Derin bir ah çekti, her baktığı yerde bi anı gizlenmişti. Anlı şanlı gelin gelmişti o bu eve. Köyde bayram havası vardı sanki o gün... davullar, zurnalar, at sırtında endamlı bir gelin...

Eve girmeden testi kırılmış, paralar atılmış, kapıya yağ sürülmüş, bahşişler verilmiş, dualar okunmıştu. 

"Eskiden ne biz köfneydik, ne de bu ev, heyhat..." dedi.  Kendisi, şimdi koca çınar dediği hayat arkadaşı, bu ev... herşey taptazeydi o zaman. Tıpkı baharda açan yeni bir çiçek gibi. Onlara, dünyada da ahrette de dostluğun kapılarını açmıştı bu evlilik, bu mutlu yuva. 

Mutluluktu bu eve ilk gelen misafir. En güzel ekmeği ben yapardım dedi kendi kendine, çocuklar ah çocuklar, koşar koşar tepişir yorulur sonra da acıktık Hatçe teyze diye gelirlerdi kapıya. Çocukları hiç olmamıştı ama şen kahkahalarla koşardı evin içinde mahalleli çocuklar. İçi gitmiştir elbet çocukları olmadığına ama hiç isyan etmedi. Nasip... İmtihan... Verdikleri yetmiyor mu, vermediklerine isyan edeyim Rabbimin derdi hep. 

Ekmekleriyle kalplerinde taht kurduğu, sokaktaki çocuklar da onundu, öyle ya illa da senin olan değildi ya sahip oldukların...

Kapı açıktı her zaman, pişen sıcak ekmekten zaman olur yoldan geçen bir yabancı, zaman olur köyün oyun oynayan çocukları, zaman olur bir komşu nasibini alırdı. 

Çekinme olmazdı buralarda birşey alırken birbirinden. Utanmazlıktan değil, karşıdaki öyle bir tevazu ile verirdi de ondan...
Sanki verdiği ona ait değilmiş, elden ele birşey dolaştırıyorlar gibi verilerdi. E öyle de değil miydi zaten? Bir parça beyaz bezle iki seksen yatan bizler hangi mülkün sahibi olduk da , elimizdekini sahiplenip vermemezlik yapacaktık ki?

Özlemle beklenen, şükürle bezenen ramazanlar vardı. Az mı aç oruç tuttular kocamanla ... Hiç kızmazdı ona goncası, hayat arkadaşı. Öyle böyle idare edilirdi, kavga gürültü olmadan. 

Bayramlar olurdu, hayali kurulanlara kavuşulan zamanlar. Neler geçti neler dedi içinden heyhat. Para değildi mutluluk şimdilerdeki gibi, sahip oldukların değildi zenginlik. Saklanmak değildi konu komşudan, insanlık.

"Köfne diyenlere bakma sen" dedi içinden. Evleri bedenleri gibiydi, eskidi diye değiştirilemezdi... 

  

22 Ekim 2013 Salı

Nazlı Yar - Bosna - Mostar

Geçen iki üç gün boyunca binalarda gördüğüm kurşun izlerini bir film izler gibi mi izlemiştim ki savaşı en yoğun olarak Mostarda hissetim, bilemiyorum...

Mostarı görmek bir buluşma gibiydi benim için, gidersem neresinden, nasıl, hangi saatte hangi ışıkta  fotoğraflayacağımı düşündüğüm güzel yer ...İşte şimdi karşımdasın.

Stari Most-Mostar Köprüsü


Koski Mehmet Paşa Camii avlusundan geçerek vardığınız bir noktadan çekebiliyorsunuz en güzel kareleri. Heyecandan olsa gerek istediğim gibi fotoğraflar çekemiyorum. Zaten oldukça da kalabalık ama olsun yaşadığımız güzellikler yetti bize çok şükür... 

Camii avlusundan tekrar geçerek tarihi, dar ve arnavut kaldırımlı sokaklarda buluyoruz kendimizi. Burası tıpkı turistik bir mekan gibi, sağlı sollu hediyelik eşya satan dükkanlar var. Osmanlıya ait o kadar çok şey var ki, Osmanlıdan miras bakır işlemeciliğinin en güzel örnekleri, kahve fincanları, cezveler.... Benimse en çok dikkatimi çeken Osmanlı fesleri oluyor. Buralarda şehir merkezinde olmasa da, kasaba gibi yerlerde insanların fes taktığına sıkça şahit oldum. 

Mostar' da Neretva Nehri şehri ikiye ayırıyor. Koski Mehmet Paşa Camii' nin olduğu taraf müslüman yani Boşnak halkın yaşadığı kısım, nehrin karşısı ise Sırpların yani Ortodoksların yaşadığı kısım. İki tarafı birleştiren ise tarihi Mostar Köprüsü. 

Boşnak tarafında Tika' nın olduğunu sandığım bir yerde savaş sırasında yaşananları anlatan bir video izliyoruz, mutlulukla hüznün hep bir arada olduğu bu yolculukta hüzün dakikaları bunlar bizim için. Bizim sadece gezi sırasında hatırladığımız bu acı olaylarsa Boşnak halkın hep gözleri önünde... 

Videoda savaş öncesi şehrin durumu, sonrasında şehrin ne hale geldiği, köprünün bombalarla yıkılması, çekilen ızdıraplar anlatılıyor, görüyoruz ki bu gerçekten bir soykırım, tarihin yok edilmesi için hazırlanmış kanlı bir tezgah...

Savaş sırasında taşları Neretvanın güzel sularına gömülen Köprü, savaş sonrasında bir Türk firması tarafından, nehirden alınan bombalama sırasında nehre düşen taşlar da kullanılarak, orjinaline uygun olarak yeniden inşaa edilmiş. Üzerinde yürümek hayli zor :) ve oldukça kalabalık. Bu insan selinin arasında köprünün tam orta yerinde duruyoruz, bizim gruptan birkaç kişi var, az sonra aşağıya atlayacak genci izleyeceğiz hep birlikte.

Eskiden beri bir gelenekmiş Mostar üzerinden atlamak. Nişanlı olan gençler cesaretlerini göstermek için nehre atlarlarmış öyle ki buradan atlamayana kız vermezlermiş. Şuan ise para toplayarak gösteri amaçlı atlıyorlar, kalabalığın içinden istedikleri meblağ tamamlanınca genç kendini serin sulara bırakıyor. Boşnakların cesareti burdan mı geliyor ne :)) 

Atlıyor Boşnak genç buz gibi maviliğin içine... Köprünün üzerindeki bekleyenlerin oluşturduğu manzara da güzel, altta gencin atlamasını daha iyi görmek için Neretvanın yanında yerlerini alanların oluşturduğu manzara da... Şimdi bir de köprüden karşıya geçip aşağıya inip bakmalı Mostara. 
Mostarın Neretvanın koynundan görünüşü
E bu kadar manzara izlemek, Neretvayla hasbihal etmek yeter, şimdi namaz kılmak için tekrar Koski Mehmet Paşa Camisine gidiyoruz. Buralarda en çok şaşırdığım şeylerden biri de camilerin sadece vakitlerde açık olması onun dışında hep kilitli tutulması, güvenlik sebebiyle öyle olduğu söyleniyor. 

Gazi Hüsrevbey Camii' nde kıldığım namazlar dışında hep dışarıda namaz kıldım diyebilirim :) İlginç olan başka bir konu daha var o da biz namazı kılana kadar hiç susmayan çan sesleri. Rehberimiz normalde saat başı bir kere vurulması gereken çanın, özellikle namaz vakitlerinde hiç durmadan vurulduğunu söylüyor, biz de şahit oluyoruz üzülerek. 

Ayrıca Boşnak mahallesinin karşısındaki tepeye dikilmiş, 65 metre yüksekliğindeki haç da, buralarda bitmiş gibi görünen ama hiç bitmeyen savaşın psikolojik tarafını gözler önüne seriyor.  

Niyetleri en güzel şekilde kabul eden Allah, namazlarımızı kabul eylesin...





Nazlı Yar Bosna - Saraybosna

Bosna, bir müslüman için kalbinin kanayan yarısıdır, uzakta bıraktığı kız kardeşi gibidir. Benim için de en çok görmek istediğim iki yerden biriydi. Endülüs veya Bosna Hersek...

Vesselam izin tarihime denk gelen zamanda Kurtuba Kİtap&Kahve' nin Bosna Hersek gezisine kayıt yaptırışımız; çocukluk dönemimdeki Almanya ziyaretlerinden bu yana çıkacağım ilk yurt dışı seyahati olması, pasaport işlemleri, gezi ücretini denkleştirme çabaları, yoğun bir bosna gezi yazıları takipleri gibi koşturmaların ilk durağı havalimanı... 

İstanbul aktarmalı uçuşumuz ile Saray Bosna (Sarayevo) havalimanına iniyoruz sağ salim. Sabahın erken saatleri olması dolayısıyla, İstanbul uçuşumuzda bulutların arasından geçiyoruz , pamuk gibi güzellikler sanki bundan sonraki 5 günün de güzelliğinin müjdecisi.

İlk durağımız başkent Saray Bosna. Önce 1. Dünya Savaşı' nın çıkışına sebep olan, Avusturya Macaristan imparatoru Ferdinand' ın öldürüldüğü Hünkar Köprüsü (şimdiki adı ile Latin Köprüsü). Köprünün çaprazında, Fatihin Bosna' ya gelişinde ona hediye edilen, avlusunda Hacerü'l Esvet taşının ve renkli renkli çiçeklerin ulunduğu Hünkar Camii var.

Hünkar (Latin) Köprüsü
Köprüyü fotoğrafladıktan sonra, savaş yıllarında binlerce el yazması eserin;  bir milletin tarihinin, köklerinin yok edilmeye çalışılması için yakıldığı Yazma Eserler Kütüphanesi' nin yanından geçerek  Baş çarşıya giriyoruz. 

Burası bir Osmanlı sokağı. Sıra sıra dizilmiş lokantalarda Bosna' ya özgü yemekler sunuluyor; Boşnak Böreği, Cevapcici (bizdeki İnegöl Köfteye benzettim ben), vb... Arka kısımda bakır işlemeciliği yapılan ve ürünlerin sergilendiği, satıldığı bir sokak var. 

Çarşının genelinde Bosna' ya özgü hediyelik eşyalar satan dükkanlar arasından geçerken meşhur Boşnak kahvesinin mis kokusunu içinize çekmeyi unutmayın :)

Başçarşı' nın simgesi ise Gazi Hüsrevbey Camii ve tarihi Sebil. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1463 yılında fethedilen Bosna Hersek' de 1521-1541 yılları arasında sancak beyi olarak görev yapan Gazi Hüsrev beyin kendi adına yaptırılan camide, Gazi Hüsrev Beyin vasiyeti gereği 482 yıldır her gün hatimler indiriliyor. 

Bu vasiyete göre, her gün 30 kişinin Kuranı Kerim okuyarak bir hatim tamamlaması ve beş kişinin de bin kere "La İlahe İllallah" tesbihi ile 15 günde bir de 70 bin tevhidin okunarak tevhid duasının yapılması yer alıyor. 

Tarihi Sebil ise, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz tarafından yaptırılmış bir çeşme ve halen orjinal hali ile Başçarşının simgesi durumunda. 
Başçarşı

Tarihi Sebil
İslamın güzel atmosferi bizi Bosna' da ilk gün böyle sarmalıyor. Bu güzel duygular arasında, Gazi Hüsrevbey Camiinde namazlarımızı eda ettikten sonra Hünkar Camii ve medreseyi, şehitliği de ziyaret ediyoruz. 

Aynı gün içinde kısa bir Saraybosna turu yapıyoruz yayan olarak: Hırvatlara ait Katolik Katedrali, Sırplara ait Ortodoks Kilisesi, savaş sırasında ateşkes saatlerinde olmasına rağmen alışveriş yapan masum insanların öldürüldüğü pazar yeri...Ellerinde hiç silah olmayan ve savaşsız güvenli bölge olarak ilan edilen bir yerde keskin nişancılar tarafından vurulmamak için köşe bucak saklanmak, bu  sırada açlıktan ölmemek için sadece mercimek, yumurta ve patates gibi temel besin malzemeleri ile 3 yıl yaşam mücadelesi vermek ne demektir? Bunları ancak yaşayan bilir denebilir...

Adına savaş değil hayatta kalma çabası denebilecek zor zamanların en canlı şehidi, şehrin ortasındaki bu şehitliktir sanırım. 

Diğer şehirlerde de çok kısa mesafelerde rastlayacaktık şehitliklere. Hiç unutturmayacaktı bize savaşı..."sizi koruyacağız" sözlerine güvenin; aldatılmışlığa, büyük acılara sebep olduğu o günler unutulmayacak. Tıpkı çeşitli yerlerde yazan "Don' t Forget 93" yazılarının anılarınızı her an canlı tutması gibi. 

Saraybosnadaki şehitlik ve Aliya' nın kabri
"savaşta büyük zulme uğradınız. zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın çünkü unutulan soykırım tekrarlanır." Bilge Kral Aliya. 

Şehrin her yerinde, binalarda gördüğünüz kurşun izleri, kalblerde açılan yaralar kadar derin değil elbet ama üzerinden onca zaman geçmiş bir katliamın soğuk yüzünü size göstermeye yetiyor da artıyor bile.

Herşeye rağmen size sıcaklık veren, dönerken kalbinizin yarısını Bosna' da bırakmanıza sebep olan ise kardeşlik. Bakırcılar çarşısında ve diğer birçok yerde Türkseniz bir başkasınız, onlar için Türk demek Osmanlı demek, müslüman demek, kardeş demek. Sanki kendilerinden birini görmüşcesine mutlu oluyorlar, alacağınız şeylerde özel indirimler yapıyorlar. 

Tüm bu duygu yüklü dakikalarda daha önce gelmediğime üzülüp, daha sonra bir daha gelmek için fırsat kollamak arasında gidip geldi düşüncelerim :)))



Nazlı Yar Bosna - Konjic ve Blagaj

İlk günün yorgunluğunu güzel bir uyku ile üzerimizden attıktan sonra düşüyoruz yollara. Haziran sonu ama hava beklediğimizden soğuk ama beklentimizin çok üstünde olan bu muhteşem doğa...



Blagaya giden yol üzerinde Konjic (konyik) kasabasında duruyoruz. Burada fotoğrafladığımız manzara İslam düşmanlığının var olduğunun, savaşın İslama karşı yapıldığının en açık göstergelerinden. Cami minaresi yıkık ama yakınındaki kilise hala ayakta. Bu kare de "don't forget 93" ü anlamlı kılan karelerden. 

Konjic Kasabasından, savaşı özetleyen bir kare
Bosna' da birçok yerde olduğu gibi, Konjic' de de Osmanlı mirası bir köprü mevcut. 
Konjic Köprüsü
Adının Neretva olduğunu öğrendiğimiz nehir muhteşem bir güzellikte, her yer yemyeşil, doğa tertemiz, her yer su sanki ve yeşil göz anlamına gelen Neretva bu muhteşem tabloya renk katıyor. Herşeyi yerli yerinde ve en güzel surette yaratn Rabbi Rahime sonsuz şükürler olsun...

Yağmurlu havalar benim mutlu olduğum zamanlardır zaten, e hava kapalı, hafif yağmur yağıyor, doğa muhteşem daha ne isterim ki :)) Bu sürekli mutluluk hali içerisinde Blagaj Tekkesi yani nam-ı diyar Alperenler Tekkesi' ne ulaşıyoruz. 

Anadolu' dan gelen erenler, bu topraklara fetihten önce gelip İslamı yaymışlar, güzel ahlakları ile İslamı insanlara sevdirmişler. Bu sayede Fatih Sultan Mehmet Han savaşsız olarak Bosnayı fethetmiştir. İşte şimdi böyle bir mekandayız, içerisi huzur dolu dışarı da öyle...Tekkenin arkasında kocaman ve dimdik bir dağ var, yanında yine masmavi Buna Nehri. Bir mağaranın içinden çıkan bu su da diğer nehirler gibi Bosna' ya güzellik katıyor. 

Alabalık yiyebileceğiniz restoranlar ve hediyelik eşya satan küçük sergiler ile bu yöreye ait olduğunu düşündüğümüz yerel otlar ve sebze meyve gibi şeylerin satıldığı sergiler mevcut yol üzerinde. Neredeyse hiç Türkçe bilmeyen bu güzel insanlarla İngilizce de konuşamıyorsunuz desem yeridir :)) Ama hiç endişe etmeyin, gönül dili yeter de artar bile. İşte Blagaj-Alperenler Tekkesinden birkaç manzara.
Alperenler Tekkesi
Solda alabalık restoranları

Tekke yolundaki taşlı yol
İslamın nurunu bize nasip eyleyen Rabbimizden dileriz ki, İslam uğruna çalışan, hicret eden, hayatlarını feda eden güzel insanlardan razı olsun ve bizleri de onların şefaatlerine nail eylesin inşallah. 



Nazlı yar - Bosna - Ayvaz Dede Şenlikleri

Bugün gezimizin en yorucu günü olacak. Her yıl Haziran ayının son pazar günü düzenlenen Ayvaz Dede Şenlikleri' ne katılacağız. Donji Vakuf şehrinin Prusac kasabasına gitmek için gece 3 de yola çıkacağımız söylendi rehber tarafından. Bu kadar erken vakitte kalkıp hazır olmak bir yana bir de uykum, oteldeki bir Boşnak düğününün gece yarılarına kadar uzanan müzik sesiyle bölündü :)) Öğrendik ki Boşnak düğünleri böyle gece yarılarına kadar sürüyormuş. 

Gece karanlığında bindiğimiz otobüsümüzde hayatımı çok derinden etkileyecek, bazı şeyleri yeniden düşünmemi sağlayacak bir olay gerçekleşti. Birlikte yolculuk ettiğimiz çok değerli bir beyefendi sabah namazını nerede kılabileceğini sordu muavine, ileride bir yerde dururuz hallederiz sözleri üzerinden zaman geçmesi üzerine, sabah vaktinin geçtiğini gören beyefendi otobanda olmamıza rağmen otobüsü uygun bir yerde durdurarak sabah namazını yol üzerinde eda etti. 

Bazen "sonra kaza yaparım, kılacak yer bulamadım" gibi bahanelerle, gevşekliklerimizle kaçırdığımız namazın bir insan için ne denli önemli olduğunu gösterdi bu olay bana. Allah' a verilen sözün, herşeyin üzerinde olduğuna nasıl sahip çıkılacağını gördüm, müslüman olarak yaşamanın sadece şehadet getirip de adı müslüman, yaşayışı batıl olan bir müslüman gibi değil, herşeye rağmen dünya yansa bile namaz geçmez düsturu ile yaşamak olduğunu öğretti bana. Alelade bir insan için değil, Allah' a verdiği ahde vefa gösteren her kula aynı duyarlılığın nasip olmasını dilerim Yüce Mevla' dan. Ders almak duasıyla...

Hava henüz aydınlanmışken, güzel bir serinlik karşıladı bizi Prusac kasabasında. Ne kadar uzun olduğunu bilmediğimiz bir yola koyulduk, yanımızda tenleri, dilleri, kültürleri bizden farklı ama kalplerinin bizle birlikte çarptığını gönülden hissettiğimiz güzel insanlarla. Bana kalsa hepsine tek tek sarılıp sizi seviyorum demek isterdim ama sadece onlara gülümsemekle yetinebildim. Dilimiz farklıydı ama anlaşıyorduk: Selamun Aleykum, Allah u Ekber, La İlahe İllallah,  Allah a emanet....

Köyün içinden geçerek yukarıdaki asfalt yola koyuluyoruz gittikçe artan bir kalabalıkla. Tırmandıkça köy yukarıdan öyle güzel görünüyor ki, beni burda bıraksalar da şu çimlere uzansam yatsam diyorum:) Yanımda annem tin tin yürürken, annemi sürekli teselli ediyorum. Ha şu köşeyi dönünce, ha az kaldı derken 7 km gibi ciddi bir yürüyüş yapıyoruz, abartısız bu annemin kendi rekorunu kırdığı andır, yalvarsanız yürümeyeceği bu yolu ne kadar süreceğini bilmediği için mecburen yürümek zorunda kaldı:) bu da bizim hafızalarımızda güzel bir anı oldu...

Şenliklerin yapılacağı yere yakın bir yerde kurulan çadırlarda oturup Boşnak kahvesi içiyoruz. Öyle yorulduk ki dilimiz dışarda:) Bizden kötü durumda olanlar da var ama, kim derseniz kafaları ve gözleriyle birlikte şişte pişirilen kuzular :)) Onları öyle görmek içimi acıtsa da onu afiyetle yiyenleri görünce mutlu oluyoruz. 

Tekbir sesleri ile kendimize geliyoruz, bakıyoruz ki Osmanlı kıyafetleri içinde atlı kişiler çıkıyor yaylaya doğru. Meğer bu şenliklerin bir parçasıymış. 


Asfalt yolun yaylaya ulaştığı kısımda, askerler tarafından orman içine yönlendiriyoruz. Bilmiyorum beraberimizdeki herkes aynı duyguya kapıldı mı ama ben nedense ürktüm, aklıma savaş sırasında dağa sığınmak zorunda kalan, açlık sefillik içinde dağ yolu ile kaçmaya çalışan insanlar geldi. 

Ayvaz Dede, tıpkı Blagaj Tekkesi' ni kuran Horasan Erenleri gibi, Anadolu' dan İslamı yaymak için bu topraklara gelen Anadolu Erenlerinden biri. Yerleştiği bu topraklarda, dinleri dilleri farklı insanlar tarafından, İslam ahlakı ile güven kazanmış ve kısa sürede sevilmiş. Halkın susuzluktan kırıldığı bir dönemde bölge halkı, duasının kabul olacağına inandıkları bu güzel insanın kapısını çalıp, ondan Rabbi' ne dua etmesini isterler. Ayvaz Dede 40 gün 40 gece burada ibadet eder ve bir gece rüyasında iki koçun birbiri ile çarpıştığını görür ve uyandığında kayanın gerçekten parçalandığını ve suyun gürül gürül çağladığını görür. Bunun üzerine halk toplu olarak müslüman olur, bu sebeple Boşnak halk arasında Ayvaz Dede' nin önemi çok büyük. Savaş yıllarında kutlamalar kısmen sekteye uğrasa bile 500 yıldır, her yıl bu şenliklerle müslüman oluşlarını kutluyorlar. 

Allah ın emri ile Ayvaz Dede' nin himmeti ile  suyun çıktığı kayanın önüne geliyoruz, büyük bir kalabalık var. Kimi insanlar bu kayanın önünde namaz kılıyor kimileri fotoğraf çektiriyor. Biraz daha ilerlediğimizde şenlik yerine ulaşıyoruz nihayet.

Etrafı kocaman ağaçlarla çevrili bir ormanın ortasında yemyeşil bir düzlük. Gittikçe büyüyecek bir kalabalık karşılıyor bizi. Atlı birlikler geçit yapıyorlar, üzerlerinde Osmanlı kıyafetleri içinde, başlarında fes olan Boşnaklar. Çok duygulanıyoruz ve anlıyoruz ki ecdada burda, bizim sahip çıktığımızdan daha güzel sahip çıkılıyor.

Az önce geçtiğimiz kayanın olduğu yerden canlı yayın başlıyor, birçok imam Kuran tilaveti yapıyor, ilahilerle bizim bulunduğumuz yere doğru yürüyorlar ve şenlikler başlıyor. Türk bayrakları, Osmanlı bayrağı, Bosna Hersek şehirlerinin bayrakları dalgalanıyor. İlahiler, şiirler, konuşmalar, Türkiye' den konuklar ve görünce kardeşimi görmüşcesine sevindiren Türk askerleri eşliğinde, manevi anlamda tarifi imkansız bir gün geçiriyoruz.

Şenliklerin sonunda toplu olarak öğle namazı eda ediliyor ve aşağı inmeye başlıyor yine herkes yayan olarak. Atlı birlikler de yolda bize eşlik ediyorlar, ara ara şaha kaldırılıyor atlar. Kasabanın girişinde çok büyük bir kalabalık var, farklıyız ama kardeşiz. Her yerde, camlarda, evlerde, ellerde Türk bayrakları var, gönüllerde Türkiye ve ecdad sevgisi. 

Duygulanıyoruz.... Mutlu ve ümmetten umutlu ayrılıyoruz. 

***Fotoğraflar için sevgili Sümeyra' ya, bana hayatımdaki en güzel derslerden birini veren Dr. Hasan Amcaya, sevgili eşi Ayşe teyzeye ve kızları Zeynep' e, Dr. Nuray, Dr. Seda ve Dilek' e, varlığı ile otobüsün maskotu olan küçük Enes ve annesi Seda, babası Fatih' e.

İyi ki vardınız... Sevgiler. 

24 Ocak 2013 Perşembe

Filistin, gerçekten Yahudilerin yurdu mu?

Filistin, gerçekten Yahudilerin yurdu mu ?

Gelin isterseniz bu konuya bir de Muhammed Esed' in kaleminden yaklaşalım. Mekke' ye Giden Yol kitabında geçen, konu hakkında bizler için de yeni bir ufuk açacak güzel bir yazı ile sizleri başbaşa bırakıyorum.

Siyonist hareletin karşı gelinmez lideri Dr. Chaim Weizmann' la, Filistin' e yaptığı mutad ziyaretlerden birinde, bir yahudi arkadaşının evinde karşılaştığını söyler Muhammed Esed ve şöyle devam eder:

"İnsanın, uzun ve gergin adımlarla odayı arşınlayan bu adamın bedeni hareketlerinde kendini açığa vuran sınırsız enerjiden, geniş alnında ve keskin, içe işleyen bakışlarında yansıyan zekanın etkisinden kendini kurtarması kolay değildi.

"Ulusal Yurt" düşünü bulandıran parasal zorluklardan ve dışardaki insanların bu düşe gösterdikleri ilginin yetersizliğinden yakınıyordu; üzülerek gördüm ki, diğer pek çok siyonist gibi o da Filistin' de olup biten her şeyin sorumluluğunu "dış dünya" ya yüklemek eğilimindeydi. Bu durum beni, orada bulunan öteki insanların onu dinlerken gömüldükleri saygılı sessizliği bozarak,

"Peki ya Araplar ne olacak?" diye sormak zorunda bıraktı.

Tartışmasız sürüp giden konuşmayı bu çatlak nağmeyle yaralayarak büyük bir "gaf" yapmış olmalıydım ki, Dr. Weizmann yavaşça bana doğru döndü; elindeki fincanı sehpaya bırakarak şaşkınlıkla soruyu tekrarladı:

"Araplar ne mi olacak?.."

"Tabii her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk durumunda olan Araplar değil mi? Onların açık ve kesin muhalefeti karşısında Filistin' i kendi vatanınız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz?"

Siyonist lider omuz silkerek, kuru ve alaycı bir tavırla:
"Birkaç yıla kadar, umuyoruz ki, çoğunluk falan kalmayacak onlar için. "

"Olabilir belki. Yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha iyi biliyor olmalısınız. Hadi diyelim ki, Arab mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller; peki ya sorunun ahlaki yanı? Bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz?"

"Fakat burası bizim memleketimiz," diye cevap verdi Dr. Weizmann, kaşlarını kaldırarak, "biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz, hepsi bu."

"Ama neredeyse iki bin yıldır Filistin' den uzakta yaşıyorsunuz! Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan - ki bunun da bütün Filistin' i kapsadığı su götürür - beş yüz yılı bile bulmaz. Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pekala hak iddia edebileceklerini düşünmek gerekir. Çünkü ne de olsa onlar İspanya' da sizden daha fazla kaldırlar; neredeyse yedi yüzyıl... ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman da geçmedi, topu topu beş yüz yıl..."

Dr. Weizman, gizleyemediği bir sabırsızlıkla: "Saçma, saçma! Araplar İspanya' yı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi; İspanya hiçbir zaman onların ana vatanı olmadı; bunun için de, eninde sonunda bir gün İspanyollar tarafından kovulmaları mukadderdi."

"Bağışlayın ama", dedim, "Bana öyle geliyor ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor. Öyle ya! Unutmayalım, İbraniler de Filistin' e fatihler olarak girdiler. Onlardan önce, Semitik, non-Semitik, pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada - Amoritler, Edomitler, Ferisiler, Moabitler, Hititler ve daha başkaları. Bütün bu kabileler, İsrail ve Yahudi krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. Romalılar bizim Yahudi cedlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile, onlar bu ülkede kaldılar. Bugün de işte yine burada yaşıyorlar. Yedinci yüzyılda Arablar fetihlerini izleyerek Sruiye ve Filistin' e gelip yerleşen Arablar her zaman nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı bugün bizim Suriyeli ve Filistinli Arablar olarak tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin Arablaşmış eski sakinlerinden başka kimseler değil. Onlardan bir kısmı zaman içinde Müslüman oldu, bir kısmı da Hristiyan olarak kaldı; Müslüman olanlar, ister istemez Arabistan' dan gelen dindaşlarıyla evlendiler. Fakat, Filistin' de yaşayan ve Müslüman olsun, Hristiyan olsun Arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan, yani daha İbraniler Filistin' e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim halkların soyundan geldiklerini inkar edebilir misiniz?"

Dr. Weizmann, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi."

.... Şüphesiz, şimdi Filistin' in gerçekten Yahudi yurdu olup olmadığını daha iyi anladık...Hep olmadığına inandığımız gibi....