19 Haziran 2014 Perşembe

Hiç tanımadığınız bir köye yolculuk...


Hiç tanımadığınız bir köye yolculuk...

Yüreklerini, sevgilerini ve saflıklarını paraya esir etmeyen güzel insanların köyüne...

Hayatlarını hapsetmemiştir para bu insanların. Belki henüz desek daha doğru olur, belki de inşallah hiç bir zaman diye eklesek. 

Beş yıldızlı, her şey dahil tam tekmil bir tatil köyünden daha konforludur bu yolculuk sizin için. Mutluluğun, huzurun, insanlığın para ile satın alınamayan tek şey olarak kaldığı bu dünyada, huzura yolculuktur bir nevi. Tefekkür ettirir sizi hem doğa, hem insanlar, hem hayvanlar. 

Ensar gibi paylaşırlar onlar, azalacak kaygısı olmadan.

Ensar gibi severler onlar, yaratılanı severler Yaradandan ötürü.

Ensar gibi misafir eder onlar, gönüllerinin en güzel köşesine konuk ederler. 

Siz, yok etmek için hayvanlardan bile daha acımasızca davranan insanların kirli ellerinin ulaşamadığı doğaya ve hayvanlara nazar edip, yaratılışı tefekkür ederken uzun zamandır unuttuğunuz sevgiyi, paylaşmayı katık ederler ekmeğinize. 

Bundan daha güzel bir tokluk olur mu ?

7 Nisan 2014 Pazartesi

Yoğun Bakım Ünitesi ve Kıyamet İlişkisi

Kendi kendine nefes alamadığı için makineye bağlı olarak solunumunu sürdüren, vücudundaki birden fazla organda hasar olduğu için uyutulan ve yoğun bakımda tutulan biri insana kıyamet gününü hatırlatır. 

Neden mi? Kimsenin kimseye fayda vermediği bir günde, Allah' dan başka yardımcımız olmadığını hatırlattığı için .

Yoğun bakım odanızda artık Rabbinizden başka kimseniz yoktur. Aslında her zaman olduğu gibi. 

Anneniz, babanız, kardeşiniz, eşiniz, kızınız, oğlunuz bir fayda veremez size. Doktorlar ise hayat veya ölüm için sadece birer vesiledir... 

Rabbim tüm hastalara Şafi ismi ile şifa nasip etsin , her daim yanımızda olduğunun bilincinde yaşamayı nasip etsin inşallah  ...





11 Aralık 2013 Çarşamba

Ya Olursa?


Olmamış olayları olmuş gibi vehmedip kaygılanmamak üzerine Mustafa ULUSOY imzalı çok güzel bir yazı...

Ya kanser olursam, -daha fenası ya içimde sessiz ve sinsice büyüyen bir ur varsa- günlerim yatakta geçer ve ölürsem. 
Ya çocuğumun başına bir şey gelirse. 
Ya kaza yaparsam. 
Ya eşim yolda gelirken araba çarparsa.
Ya işimi kaybedersem. 
Ya okulu bitiremezsem. 
Ya bir hata yaparsam. 
Ya nişanlım beni terk ederse? 
Ya karşıya geçerken vapur batarsa. 
Ya köprünün üzerindeyken deprem olursa. 
Ya göçük altında kalırsam. 


Bunlar zihnin uydurduğu kaygılar değil. Kelam ilminde ‘’İmkân-ı zâtî’’ denilen durumlar. Yani bir şeyin aslında (zatında) mümkün olma hali, başka bir deyişle olabilirlik halidir. İnsan yolda kaza yapabilir, mümkündür. Sevdiklerinin başına bir şey gelme ihtimali her zaman vardır. İşini kaybetmesi olabilir. Kimse deprem olmayacağının garantisini veremez. Vapur bir deniz kazası sonucu batabilir ya da sert bir fırtınaya kurban gidebilir. Hepsi hepsi mümkündür. 

Zihin, mümkünatı olan şeylerle ilgilenir. İnsanların hiç olmayacak şeylerle kaygılandığı pek vaki değildir. Mesela kimse, ya aydan düşersem, diye bir kaygı taşımaz. Çünkü ayda insan yaşamaz ve aydan insan düştüğü de vaki değildir, imkân-ı muhaldir. Ama, dünyaya ya bir meteor çarparsa, diye kaygılanabilir çünkü bu mümkündür. İnsanın dert ettiği şey bu alemde olan, olabilecek şeylerdir. İnsanın kaygılandığı şeylere inanarak kaygı duymasının bir nedeni de olabilirlik ihtimali taşıması yani imkân-ı zâtî olmasıdır. 

İşin ilginç yönü, kaygının gerçek nedeninin “ya olursa” olmamasıdır. Çünkü kaygı, endişe, vehim ve vesveseler imkân-ı zihni olarak yaşanmaktadır. Zatında olması mümkün olan bir şeyin, ama henüz olmamış, vücuda gelmemiş, henüz gerçekleşmemiş olan bir şeyin “gerçekleşmiş gibi” yaşanmasıdır. Peki bu nasıl oluyor, nasıl oluyor da olmamış bir şey olmuş kadar sarsıyor? Çocuğunun başına bir şey geleceğini vehmeden kişi, henüz imkân-ı zati düzeyinde olan bu olabilirlik halini muhayyilesinde, hayal dünyasında kurgulamaya başlar. Canlı canlı imgeler, resimler belirir zihninde, tasavvurunda. Mesela, çocuğu kanser olmakta, hasta yatağında yatmakta, hali perişan, kendisi mutsuz ve umutsuzdur. Ya da vapurun batacağından korkan insan, kendisinin de akıl dışı bulduğu bu kaygıdan kendini kurtaramamasının nedeni; olabilirlik halinden çıkarıp imkân-ı zihni dünyasında olmuş gibi tasavvur etmesidir. Zihninin sinema perdesine capcanlı bir batma sahnesi gelir. Yavaş yavaş denize gark olan vapurda, insanlar kaçışmakta, neredeyse birbirini ezmekte, kendisi de denizin dibini boylamakta, nefes alamamakta, boğulup ölmektedir. 

İmkân-ı zihniyi ben en iyi rüya analojisiyle anlayabiliyorum. Son derece güvenli bir yerde uyuyan ve maddi manevi hiçbir dünyevi sıkıntısı olmayan bir insan düşünelim. Dışarıdan baktığımızda bu insan bir tehlike altında mı? Hayır. Başına bir iş mi geldi? Hayır. Kaygı, endişe edecek bir halde mi? Hayır. Bu insanın o an için oldukça mutlu mesut olmasını bekleriz çünkü kaygı, korku, endişe hissedecek bir durumun içinde değildir. Ancak bu insan o an çok büyük kaygı ve korku yaşamakta, kalbi deli gibi atmakta, kesik kesik nefes almaktadır. Çünkü bu insan o an rüya görmektedir. İnsan rüya görürken, o an yaşadıklarını gerçekten yaşamadığı halde neden korku, heyecan, panik duymaktadır peki? Bu bir rüya canım, diye geçip gidememektedir? Çünkü, kişi rüya görürken rüya gördüğünün idrakinde değildir. Rüyasını canlı canlı, o olayları gerçekten yaşıyormuş gibi yaşar. İşte, ya şu olay başıma gelirse diye kaygı yaşayan bir insanın sorunu da rüya gören ve o an gerçekten vuku bulmayan şeyden vuku bulmuşçasına korkan insanın hali gibidir. İnsan zihni, rüyada olduğu gibi, olabilirlik dahilinde olan bir olayı olabilirlikten çıkarmış, o olayı sanki o an yaşıyormuş gibi tasavvur ve tahayyül etmektedir. 

Kişinin kendine soracağı soru şu kanaatimce: Kaygılandığım şey, şimdi, şu an vücut buldu mu, gerçekten başıma geldi mi? Başıma gelmesinden endişelendiğim olayın gerçekten olduğuna dair elimde bir delil, kanıt, emare var mı, yoksa ihtimallere göre mi hüküm veriyorum? Hayatta birçok şey olabilir, birçok şey başımıza gelebilir, birçok şeyi yaşayabiliriz. Başımıza gelmeyen şeylerin o an gerçekten vuku bulmadığını unutup gaflete düşmek, en büyük gafletlerden biri olsa gerek. 

23 Ekim 2013 Çarşamba

Köhne Evlerde Hiç Eskimeyen Mutluluklar


Dışardaki rüzgarın uğultusu, sobada yanan ateşin çıtırtısı, pişen ekmeğin miss gibi kokusu içine bi huzur verdi. Ah bi de hali olsa da deliklerden gelen havaya engel olmak için bir şeylerle kapatsa şu delikleri.

Kocaman da evde yok ki, karşı kapıya yardıma gitmiş. Ne de olsa hayat arkadaşı, koca çınar... Gelip yardım ederdi bu zayıflamış ihtiyara. "Yaşlandım gari" dedi kendi kendine, zaman bizi eskitti...

Köhne dedi sonra sessizce, eksik dişleri yüzünden tam söyleyemese de. 

Geçen gelen fotoğrafçı kız da, "bu köhne evde nasıl yaşıyorsunuz?" demişti. Eve şöyle bir bakış attı kuzinenin içinde pişen ekmeği almayı beklerken. "Öle köfne felan demese ya!" 

İçi burkuldu birden. Derin bir ah çekti, her baktığı yerde bi anı gizlenmişti. Anlı şanlı gelin gelmişti o bu eve. Köyde bayram havası vardı sanki o gün... davullar, zurnalar, at sırtında endamlı bir gelin...

Eve girmeden testi kırılmış, paralar atılmış, kapıya yağ sürülmüş, bahşişler verilmiş, dualar okunmıştu. 

"Eskiden ne biz köfneydik, ne de bu ev, heyhat..." dedi.  Kendisi, şimdi koca çınar dediği hayat arkadaşı, bu ev... herşey taptazeydi o zaman. Tıpkı baharda açan yeni bir çiçek gibi. Onlara, dünyada da ahrette de dostluğun kapılarını açmıştı bu evlilik, bu mutlu yuva. 

Mutluluktu bu eve ilk gelen misafir. En güzel ekmeği ben yapardım dedi kendi kendine, çocuklar ah çocuklar, koşar koşar tepişir yorulur sonra da acıktık Hatçe teyze diye gelirlerdi kapıya. Çocukları hiç olmamıştı ama şen kahkahalarla koşardı evin içinde mahalleli çocuklar. İçi gitmiştir elbet çocukları olmadığına ama hiç isyan etmedi. Nasip... İmtihan... Verdikleri yetmiyor mu, vermediklerine isyan edeyim Rabbimin derdi hep. 

Ekmekleriyle kalplerinde taht kurduğu, sokaktaki çocuklar da onundu, öyle ya illa da senin olan değildi ya sahip oldukların...

Kapı açıktı her zaman, pişen sıcak ekmekten zaman olur yoldan geçen bir yabancı, zaman olur köyün oyun oynayan çocukları, zaman olur bir komşu nasibini alırdı. 

Çekinme olmazdı buralarda birşey alırken birbirinden. Utanmazlıktan değil, karşıdaki öyle bir tevazu ile verirdi de ondan...
Sanki verdiği ona ait değilmiş, elden ele birşey dolaştırıyorlar gibi verilerdi. E öyle de değil miydi zaten? Bir parça beyaz bezle iki seksen yatan bizler hangi mülkün sahibi olduk da , elimizdekini sahiplenip vermemezlik yapacaktık ki?

Özlemle beklenen, şükürle bezenen ramazanlar vardı. Az mı aç oruç tuttular kocamanla ... Hiç kızmazdı ona goncası, hayat arkadaşı. Öyle böyle idare edilirdi, kavga gürültü olmadan. 

Bayramlar olurdu, hayali kurulanlara kavuşulan zamanlar. Neler geçti neler dedi içinden heyhat. Para değildi mutluluk şimdilerdeki gibi, sahip oldukların değildi zenginlik. Saklanmak değildi konu komşudan, insanlık.

"Köfne diyenlere bakma sen" dedi içinden. Evleri bedenleri gibiydi, eskidi diye değiştirilemezdi... 

  

22 Ekim 2013 Salı

Nazlı Yar - Bosna - Mostar

Geçen iki üç gün boyunca binalarda gördüğüm kurşun izlerini bir film izler gibi mi izlemiştim ki savaşı en yoğun olarak Mostarda hissetim, bilemiyorum...

Mostarı görmek bir buluşma gibiydi benim için, gidersem neresinden, nasıl, hangi saatte hangi ışıkta  fotoğraflayacağımı düşündüğüm güzel yer ...İşte şimdi karşımdasın.

Stari Most-Mostar Köprüsü


Koski Mehmet Paşa Camii avlusundan geçerek vardığınız bir noktadan çekebiliyorsunuz en güzel kareleri. Heyecandan olsa gerek istediğim gibi fotoğraflar çekemiyorum. Zaten oldukça da kalabalık ama olsun yaşadığımız güzellikler yetti bize çok şükür... 

Camii avlusundan tekrar geçerek tarihi, dar ve arnavut kaldırımlı sokaklarda buluyoruz kendimizi. Burası tıpkı turistik bir mekan gibi, sağlı sollu hediyelik eşya satan dükkanlar var. Osmanlıya ait o kadar çok şey var ki, Osmanlıdan miras bakır işlemeciliğinin en güzel örnekleri, kahve fincanları, cezveler.... Benimse en çok dikkatimi çeken Osmanlı fesleri oluyor. Buralarda şehir merkezinde olmasa da, kasaba gibi yerlerde insanların fes taktığına sıkça şahit oldum. 

Mostar' da Neretva Nehri şehri ikiye ayırıyor. Koski Mehmet Paşa Camii' nin olduğu taraf müslüman yani Boşnak halkın yaşadığı kısım, nehrin karşısı ise Sırpların yani Ortodoksların yaşadığı kısım. İki tarafı birleştiren ise tarihi Mostar Köprüsü. 

Boşnak tarafında Tika' nın olduğunu sandığım bir yerde savaş sırasında yaşananları anlatan bir video izliyoruz, mutlulukla hüznün hep bir arada olduğu bu yolculukta hüzün dakikaları bunlar bizim için. Bizim sadece gezi sırasında hatırladığımız bu acı olaylarsa Boşnak halkın hep gözleri önünde... 

Videoda savaş öncesi şehrin durumu, sonrasında şehrin ne hale geldiği, köprünün bombalarla yıkılması, çekilen ızdıraplar anlatılıyor, görüyoruz ki bu gerçekten bir soykırım, tarihin yok edilmesi için hazırlanmış kanlı bir tezgah...

Savaş sırasında taşları Neretvanın güzel sularına gömülen Köprü, savaş sonrasında bir Türk firması tarafından, nehirden alınan bombalama sırasında nehre düşen taşlar da kullanılarak, orjinaline uygun olarak yeniden inşaa edilmiş. Üzerinde yürümek hayli zor :) ve oldukça kalabalık. Bu insan selinin arasında köprünün tam orta yerinde duruyoruz, bizim gruptan birkaç kişi var, az sonra aşağıya atlayacak genci izleyeceğiz hep birlikte.

Eskiden beri bir gelenekmiş Mostar üzerinden atlamak. Nişanlı olan gençler cesaretlerini göstermek için nehre atlarlarmış öyle ki buradan atlamayana kız vermezlermiş. Şuan ise para toplayarak gösteri amaçlı atlıyorlar, kalabalığın içinden istedikleri meblağ tamamlanınca genç kendini serin sulara bırakıyor. Boşnakların cesareti burdan mı geliyor ne :)) 

Atlıyor Boşnak genç buz gibi maviliğin içine... Köprünün üzerindeki bekleyenlerin oluşturduğu manzara da güzel, altta gencin atlamasını daha iyi görmek için Neretvanın yanında yerlerini alanların oluşturduğu manzara da... Şimdi bir de köprüden karşıya geçip aşağıya inip bakmalı Mostara. 
Mostarın Neretvanın koynundan görünüşü
E bu kadar manzara izlemek, Neretvayla hasbihal etmek yeter, şimdi namaz kılmak için tekrar Koski Mehmet Paşa Camisine gidiyoruz. Buralarda en çok şaşırdığım şeylerden biri de camilerin sadece vakitlerde açık olması onun dışında hep kilitli tutulması, güvenlik sebebiyle öyle olduğu söyleniyor. 

Gazi Hüsrevbey Camii' nde kıldığım namazlar dışında hep dışarıda namaz kıldım diyebilirim :) İlginç olan başka bir konu daha var o da biz namazı kılana kadar hiç susmayan çan sesleri. Rehberimiz normalde saat başı bir kere vurulması gereken çanın, özellikle namaz vakitlerinde hiç durmadan vurulduğunu söylüyor, biz de şahit oluyoruz üzülerek. 

Ayrıca Boşnak mahallesinin karşısındaki tepeye dikilmiş, 65 metre yüksekliğindeki haç da, buralarda bitmiş gibi görünen ama hiç bitmeyen savaşın psikolojik tarafını gözler önüne seriyor.  

Niyetleri en güzel şekilde kabul eden Allah, namazlarımızı kabul eylesin...





Nazlı Yar Bosna - Saraybosna

Bosna, bir müslüman için kalbinin kanayan yarısıdır, uzakta bıraktığı kız kardeşi gibidir. Benim için de en çok görmek istediğim iki yerden biriydi. Endülüs veya Bosna Hersek...

Vesselam izin tarihime denk gelen zamanda Kurtuba Kİtap&Kahve' nin Bosna Hersek gezisine kayıt yaptırışımız; çocukluk dönemimdeki Almanya ziyaretlerinden bu yana çıkacağım ilk yurt dışı seyahati olması, pasaport işlemleri, gezi ücretini denkleştirme çabaları, yoğun bir bosna gezi yazıları takipleri gibi koşturmaların ilk durağı havalimanı... 

İstanbul aktarmalı uçuşumuz ile Saray Bosna (Sarayevo) havalimanına iniyoruz sağ salim. Sabahın erken saatleri olması dolayısıyla, İstanbul uçuşumuzda bulutların arasından geçiyoruz , pamuk gibi güzellikler sanki bundan sonraki 5 günün de güzelliğinin müjdecisi.

İlk durağımız başkent Saray Bosna. Önce 1. Dünya Savaşı' nın çıkışına sebep olan, Avusturya Macaristan imparatoru Ferdinand' ın öldürüldüğü Hünkar Köprüsü (şimdiki adı ile Latin Köprüsü). Köprünün çaprazında, Fatihin Bosna' ya gelişinde ona hediye edilen, avlusunda Hacerü'l Esvet taşının ve renkli renkli çiçeklerin ulunduğu Hünkar Camii var.

Hünkar (Latin) Köprüsü
Köprüyü fotoğrafladıktan sonra, savaş yıllarında binlerce el yazması eserin;  bir milletin tarihinin, köklerinin yok edilmeye çalışılması için yakıldığı Yazma Eserler Kütüphanesi' nin yanından geçerek  Baş çarşıya giriyoruz. 

Burası bir Osmanlı sokağı. Sıra sıra dizilmiş lokantalarda Bosna' ya özgü yemekler sunuluyor; Boşnak Böreği, Cevapcici (bizdeki İnegöl Köfteye benzettim ben), vb... Arka kısımda bakır işlemeciliği yapılan ve ürünlerin sergilendiği, satıldığı bir sokak var. 

Çarşının genelinde Bosna' ya özgü hediyelik eşyalar satan dükkanlar arasından geçerken meşhur Boşnak kahvesinin mis kokusunu içinize çekmeyi unutmayın :)

Başçarşı' nın simgesi ise Gazi Hüsrevbey Camii ve tarihi Sebil. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1463 yılında fethedilen Bosna Hersek' de 1521-1541 yılları arasında sancak beyi olarak görev yapan Gazi Hüsrev beyin kendi adına yaptırılan camide, Gazi Hüsrev Beyin vasiyeti gereği 482 yıldır her gün hatimler indiriliyor. 

Bu vasiyete göre, her gün 30 kişinin Kuranı Kerim okuyarak bir hatim tamamlaması ve beş kişinin de bin kere "La İlahe İllallah" tesbihi ile 15 günde bir de 70 bin tevhidin okunarak tevhid duasının yapılması yer alıyor. 

Tarihi Sebil ise, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz tarafından yaptırılmış bir çeşme ve halen orjinal hali ile Başçarşının simgesi durumunda. 
Başçarşı

Tarihi Sebil
İslamın güzel atmosferi bizi Bosna' da ilk gün böyle sarmalıyor. Bu güzel duygular arasında, Gazi Hüsrevbey Camiinde namazlarımızı eda ettikten sonra Hünkar Camii ve medreseyi, şehitliği de ziyaret ediyoruz. 

Aynı gün içinde kısa bir Saraybosna turu yapıyoruz yayan olarak: Hırvatlara ait Katolik Katedrali, Sırplara ait Ortodoks Kilisesi, savaş sırasında ateşkes saatlerinde olmasına rağmen alışveriş yapan masum insanların öldürüldüğü pazar yeri...Ellerinde hiç silah olmayan ve savaşsız güvenli bölge olarak ilan edilen bir yerde keskin nişancılar tarafından vurulmamak için köşe bucak saklanmak, bu  sırada açlıktan ölmemek için sadece mercimek, yumurta ve patates gibi temel besin malzemeleri ile 3 yıl yaşam mücadelesi vermek ne demektir? Bunları ancak yaşayan bilir denebilir...

Adına savaş değil hayatta kalma çabası denebilecek zor zamanların en canlı şehidi, şehrin ortasındaki bu şehitliktir sanırım. 

Diğer şehirlerde de çok kısa mesafelerde rastlayacaktık şehitliklere. Hiç unutturmayacaktı bize savaşı..."sizi koruyacağız" sözlerine güvenin; aldatılmışlığa, büyük acılara sebep olduğu o günler unutulmayacak. Tıpkı çeşitli yerlerde yazan "Don' t Forget 93" yazılarının anılarınızı her an canlı tutması gibi. 

Saraybosnadaki şehitlik ve Aliya' nın kabri
"savaşta büyük zulme uğradınız. zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın çünkü unutulan soykırım tekrarlanır." Bilge Kral Aliya. 

Şehrin her yerinde, binalarda gördüğünüz kurşun izleri, kalblerde açılan yaralar kadar derin değil elbet ama üzerinden onca zaman geçmiş bir katliamın soğuk yüzünü size göstermeye yetiyor da artıyor bile.

Herşeye rağmen size sıcaklık veren, dönerken kalbinizin yarısını Bosna' da bırakmanıza sebep olan ise kardeşlik. Bakırcılar çarşısında ve diğer birçok yerde Türkseniz bir başkasınız, onlar için Türk demek Osmanlı demek, müslüman demek, kardeş demek. Sanki kendilerinden birini görmüşcesine mutlu oluyorlar, alacağınız şeylerde özel indirimler yapıyorlar. 

Tüm bu duygu yüklü dakikalarda daha önce gelmediğime üzülüp, daha sonra bir daha gelmek için fırsat kollamak arasında gidip geldi düşüncelerim :)))



Nazlı Yar Bosna - Konjic ve Blagaj

İlk günün yorgunluğunu güzel bir uyku ile üzerimizden attıktan sonra düşüyoruz yollara. Haziran sonu ama hava beklediğimizden soğuk ama beklentimizin çok üstünde olan bu muhteşem doğa...



Blagaya giden yol üzerinde Konjic (konyik) kasabasında duruyoruz. Burada fotoğrafladığımız manzara İslam düşmanlığının var olduğunun, savaşın İslama karşı yapıldığının en açık göstergelerinden. Cami minaresi yıkık ama yakınındaki kilise hala ayakta. Bu kare de "don't forget 93" ü anlamlı kılan karelerden. 

Konjic Kasabasından, savaşı özetleyen bir kare
Bosna' da birçok yerde olduğu gibi, Konjic' de de Osmanlı mirası bir köprü mevcut. 
Konjic Köprüsü
Adının Neretva olduğunu öğrendiğimiz nehir muhteşem bir güzellikte, her yer yemyeşil, doğa tertemiz, her yer su sanki ve yeşil göz anlamına gelen Neretva bu muhteşem tabloya renk katıyor. Herşeyi yerli yerinde ve en güzel surette yaratn Rabbi Rahime sonsuz şükürler olsun...

Yağmurlu havalar benim mutlu olduğum zamanlardır zaten, e hava kapalı, hafif yağmur yağıyor, doğa muhteşem daha ne isterim ki :)) Bu sürekli mutluluk hali içerisinde Blagaj Tekkesi yani nam-ı diyar Alperenler Tekkesi' ne ulaşıyoruz. 

Anadolu' dan gelen erenler, bu topraklara fetihten önce gelip İslamı yaymışlar, güzel ahlakları ile İslamı insanlara sevdirmişler. Bu sayede Fatih Sultan Mehmet Han savaşsız olarak Bosnayı fethetmiştir. İşte şimdi böyle bir mekandayız, içerisi huzur dolu dışarı da öyle...Tekkenin arkasında kocaman ve dimdik bir dağ var, yanında yine masmavi Buna Nehri. Bir mağaranın içinden çıkan bu su da diğer nehirler gibi Bosna' ya güzellik katıyor. 

Alabalık yiyebileceğiniz restoranlar ve hediyelik eşya satan küçük sergiler ile bu yöreye ait olduğunu düşündüğümüz yerel otlar ve sebze meyve gibi şeylerin satıldığı sergiler mevcut yol üzerinde. Neredeyse hiç Türkçe bilmeyen bu güzel insanlarla İngilizce de konuşamıyorsunuz desem yeridir :)) Ama hiç endişe etmeyin, gönül dili yeter de artar bile. İşte Blagaj-Alperenler Tekkesinden birkaç manzara.
Alperenler Tekkesi
Solda alabalık restoranları

Tekke yolundaki taşlı yol
İslamın nurunu bize nasip eyleyen Rabbimizden dileriz ki, İslam uğruna çalışan, hicret eden, hayatlarını feda eden güzel insanlardan razı olsun ve bizleri de onların şefaatlerine nail eylesin inşallah.