16 Kasım 2011 Çarşamba

Tevekkül


Kaderin bizi üzmek için yaratıldığını düşündüğümüz çaresiz anlarımızda,
Sayın Mustafa ULUSOY' un kitaplarından birinde okuduğum bir hikayesinde; hasta, başına gelen bir olaydan dolayı aşırı üzgündür. Doktor bunu şöyle açıklar. İmtihan olarak bize verilen bir birimlik sıkıntıyı, kendi içimizde büyüterek 10 birim yapıp, sonra da Allah bana 10 birimlik sıkıntı verdi demek ne kadar yanlışsa, daha olaylar olmadan olmuşcasına üzüntüsünü yaşamak da o kadar yanlıştır.

Geleceği bilemeyen insan, hayalhanesinde; bilmediği, olacağından emin olmadığı olayları senaryolaştırır da, boş yere kendini harap eder durur. Bıçakla oynamak isteyen çocuğun, elinden bıçağı almaya çalışan anne babasına öfkelenmesi ne kadar anlamsızsa, bizim her halükarda iyiliğimizi düşünen Rabbimize karşı, sızlanarak kendi isteklerimizi vermesi konusunda ısrar etmemiz de bir o kadar anlamsız.

Yaratana güvenmek gerekli şüphesiz. O' nun olaylarda ne hikmet yarattığını bilemeden, anlamaya çalışmadan kadere küsmek, hayata kahretmek, sonradan pişmanlıkların esiri olmamak için sabredip, olaylardaki hikmeti görmeye çalışmak, Hz. Ebubekir gibi Sıddık olmak gerekir. Nasıl Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed' in miraca çıktığına (insan aklı idrak edemese de) şeksiz şüphesiz inandıysa, nasıl bizler Allah ı görme ihtiyacı duymadan iman edebiliyorsak, O' nun bizim için en iyisini takdir edeceğine de kuvvetli bir imanla sarılmamız gerekiyor.

Herşeyi bilen, gören, işiten ve kullarına, kullarının kendilerine bile göstermediği merhameti gösteren Allah' a teslim olmak dileğiyle.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Karadeniz Turu-Giresun

Artık gezimizin 5.ci gününde, Giresun' dayız. Giresun meydanda otobüslerimizden inip, kaleye çıkmak için rehberimizin bizler için tuttuğu  dolmuşlara binerek Giresun Kalesi' ne çıkıyoruz. Şehir oldukça güzel görünüyor. Kale surlarının arasından bir yere çıkıyoruz (sadece fotoğraf çektirmek isteyenler ve yükseklik korkusu olmayanlar). Arkamıza, Giresun' da denizin ortasındaki küçük adayı da alarak hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.

Giresun gezimiz Topal Osman' ın kabrini ziyaretimizle tamamlanıyor, Samsun' da Bandırma Vapuru' nu (fotoğraf makinemde poz kalmadığı için fotoğraflayamadığım tek yer) ziyaretimizden  sonra da  artık Ankara' ya dönüş yolculuğu başlıyor. Tur rehberimiz Cihan BALCI' ya , şöförlerimize, tanıştığımız tüm güzel insanlara ve bizim küçük dostumuz sevgili Ömer' e sevgi ve teşekkürlerimle.... 

Karadeniz Turu-Trabzon Merkez

Etrafındaki güzelliklere hayran olduğumuz Trabzon'un merkezindeyiz. Bugün turumuzun 4. günü. Boztepe'ye çıkmaya niyet ediyoruz ama yolun çalışma sebebiyle kapalı olmasından dolayı, şehir merkezinden otobüsümüzle ulaşım mümkün olmuyor. Boztepe' ye çıkma isteğimizi kırmayan Cihan abi, şehir merkezinden 8 taksi ayarlayarak bizi boztepeye bulaştırıyor. Taksiciler bunun kendi taksicilik tarihlerinde bir ilk olduğunu söylüyorlar:) Yolda 8 taksiyi görüp, hayretle bakanları da varın siz tahmin edin...

Boztepe' de Ali Şükrü Bey, Hacı Hakkı Baba ve Ahi Evren Dede ziyaretlerinden sonra, Boztepe den bir iki kare pozluyoruz ve yolumuza devam ediyoruz.


Bu arada hiç milliyetçilik olarak algılanmasın ama Ordu Boztepe' nin yanında Trabzon Boztepe hiç birşey :):) Görmeyenler mutlaka Ordu Boztepe' ye gitsin görsün, hele hele teleferik açıldıktan sonrası için diyecek birşey yok:) Burdan sonra artık Saylamlar Otel' deyiz. Bu yorgunluğun üzerine, çok keyfili bir yemek, Beşiktaşın İsrail' i 5-1 yenmesi derken, rahat bir uyku vakti...


Karadeniz Turu-Trabzon-Hıdır Nebi Yaylası-Çal Mağarası

Nihat Usta, Akçaabat köftenin yenilebileceği en güzel yermiş. Akçaabat' da da yeri olan Nihat Usta' nın Trabzon Forum alışveriş merkezindeki yerinde, muhteşem piyaz ve salatasıyla köftelerimizi yiyoruz. İstikamet 3. yaylamız olan Hıdır Nebir Yaylası. Bu yaylaya da, otobüsümüzü bir benzin istasyonunda bırakıyoruz, yanımıza bir günlük kıyafetlerimizi alıyoruz ve benzin istasyonunda bizi bekleyen 3 dolmuşa binerek gidiyoruz. Bizim kısmetimize de Olgun düşüyor:))) Olgun bizim dolmuş şöförümüz ama deli kanlı ifadesinin tam örneği. Çılgın bir Karadenizli ama onu inanılmaz sevdiğimizi söylemeden edemeyeceğim. Yolculuğumuzu muhteşem (bizim grup için edepli) fıkralarla süslüyor ama bir de fıkra anlatırken ellerini direksiyondan çekmese:) Bir de virajları azcık yavaş dönse:) Ertesi gün ortalarına kadar onunla beraber birçok yere yolculuk ediyoruz, artık ona alıştık ve çok sevdik diyebiliriz (Sevdiğine kavuşması için ona dualar ettik:):):))

Sislerin arasından, sanki masal gibi bir yolculuk yaparak ulaştığımı güzel yer Hıdır Nebi Yaylasındayız işte.

2000 metre civarında bir yüksekliğe sahip. Yaylakentte konaklama yine bungalov tarzı tahta küçük evlerde... Ama insan bu ev benim olsa diye nazar ediyor geçekten. Havasına mı suyuna mı, evlerine mi, neye özense bilemiyor... Hava inanılmaz soğuk, getirdiğimiz kıyafetler yetersiz anlıyorum o an :) Bakkala gidip bir umut çorap arıyoruz. İşte mucize, bakkalda çorap var, altın bulsak bu kadar sevinirdik heralde:)

Arkadaşım Selma ile eşyalarımızı eve bıraktıktan sonra, hemen bir foto çekimine çıkıyoruz. Gözlerimize inanamıyoruz gördüklerimiz karşısında. Bulutlar sanki bir çarşaf gibi serilmiş önünüzde. Allah halifesi olan insana bir lüfut olarak vermiş buraları belki de.. Biz de fotoğraflarımızla tefekkür görevimizi yerine getiriyoruz bir nebze. Yüksekçe bir yerden birkaç poz çekiyoruz, bu yukarda gördüğünüz vadide poz vermeyi de unutmayarak.  






Akşam yemeği, canlı müzik, biraz halay, biraz sohbet derken güneş batıp gece, kusurlarımızı örtmek için karanlık örtüsünü seriyor üzerimize. Yaylakentte sabaha kadar ufo yakarak, ama yine de üşüyerek uyuyoruz:) Sabah kalktığımızda ise heryer daha bir temiz , mis gibi görünüyor, kokuyor. Bir de sabah güneşi ile görmemizi istiyor Yaradan...

Yine Olgunla buluşma vakti. Yaylakent' ten ayrılıyoruz. Bu sefer dolmuşa bir kemer getirmiş annem için :) Tabi cuvvcuvv yine hzlı ve aksiyon dolu bir yolculuk başlıyor. Bu kez istikamet Düzköy' de Haçkalı Baba Türbesi ziyareti. Bu muhterem zatın kabrinde dua edip, namazlarımızı cemaat ile güzel ve büyük bir camide eda ettikten sonra Çal Mağarası' na gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Kaptan Olgun bizi korkutuyor biraz, Çal Mağarası' nın bulunduğu yer öyle yüksek ki, bir ara oraya yürüyerek gitmekle ilgili bir sohbet geçiyor ama neyseki ki araba ile geldik mağaranın önüne kadar.


İçerisinde gezip fotoğraf merasimi bittikten sonra mağaranın az ilerisinde öğle yemeğimiz için bize hazırlanan mangal sefasına geçiyoruz hemencecik. Hemen ileride yukardaki dağdan düşen taş (şükür ne üzerimize ne de arabaların üzerine gelmiyor ama) buraların az da olsa tehlikeli olabileceğini hatırlatıyor bizlere.

Mangal deyince ağzının suyu akan biri olarak, bu yemeğin ne kadar güzel geçtiğini anlatmama gerek yok zaten. Yemeğimiz bitince mağaranın yan tarafından merdivenle çıkılan ve tam mağara kapısının üst tarafına denk gelen, mağara cafe ye gidip, mağara işletmecisinin çaylarından içiyoruz. Hava öyle hoş ki, sis bir yandan(bazen tehlikeli olsa da bu seferki doğal bir güzellik:)) serinlik bir yandan, turdakilerle kaynaşmış olmanın verdiği haz bir yandan çaylarımızı da yudumlayarak buradan da güzel anılarla ayrılıyoruz.

Karadeniz Turu-Sümela Manastırı

Hedefimiz Sümela:)

Trabzon' daki Sümela Manastırı' na ulaşmak için uzun ve güzel bir yolculuk geçiyor. Burada aşağı kısımda büyük otobüsümüzden inip, manastıra gitmek için küçük dolmuşlara biniyoruz. Otobüsten inmeden önce rehberimiz isteyen yürüyebilir diyor, tabi benim hiç niyetim yok:) zaten dolmuştan inince bile uzak olan manastıra, o kadar uzak bir yerden yürümek oldukça zor olacakmış. Sümela' ya  önce Seyir Tepesi' nden bakıyoruz, sonra dolmuşların en son gidebildiği yerde iniyoruz. Buradan sonrası, doğal güzelliklerle dolu, zor, bir o kadar da yorucu bir yoldan manastıra ulaşmak. 

Oldukça kalabalık buralar, hamile, yaşlı insanlar bile gelmiş, şaşırıyor insan gerçekten.  Annemin yolun bitmesine az kalan bir yerde pes ederken, turdaki bir tonton teyze ile dinlenme isteğine hayhay diyerek ben yola dilim dışarda devam ediyorum:) Bir elimde su, bir elimde fotoğraf makinesi, işte sonunda manastır... Malesef içine ziyaret için giremiyorum, yorgunluktan. Ama arkadaşım içini de fotoğraflama imkanı buluyor. İnsan, bu manastır taaaa buralara nasıl yapılır, bu taşlar bu dik yamaçlarda nasıl taşınır ve bu yamaçlara yerleştirilir diye düşünüyorum, cevabı ise Cihan Balcı' dan. İmanın gücü...








Üzerinde manastır resminin olduğu bu güzel çeşme de, dolmuştan inip, patika yolu yürümeye başladığımız yerde (Suyu akmıyor ama).


Manastır' dan ayrılıyoruz, kurtt gibi açım, kimse beni durdurmasın :)

Karadeniz Turu-Ayder Yaylası

Uzungöl' den ayrıldıktan sonra Ayder yaylasına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolda giderken kiremit köprüyü ve Karadenize özgü, dağlara pamuk misali serpiştirilen evleri ve hemen heryerde göze çarpan camileri izliyoruz. (Rehberimiz Cihan Balcı' nın anlattığına göre, camilerin neredeyse hepsinin, mimari bakımından birbirinden farklı bir yanı varmış).

Kısa sayılmayacak kadar bir yolculuktan sonra Rize' ye varıyoruz. Burada Zaimoğlu Tesisleri' nde meşhur Rize bezlerinden yapılmış hediyelik eşyalardan satın alarak, tahtadan yapılmış serende olduğunu tahmin ettiğim yerde oturup, martıların bile bizi mutlu etmek için üzerinde süzülüp, cilveleştiği denize nazır bir keyif molasından sonra yeniden yola koyuluyoruz. Rize bezlerinden alışveriş yapanların katıldığı bir çekilişde bana da, üzerinde Rize hatırası yazan, kemençe resmi olan küçük bir el havlusu çıkıyor:):) Kısa günün karı diyelim.

Yolumuza devam ediyoruz ve Ardeşen ilçesindeki Fırtına Deresi' nin kenarından süzülerek Ayder' e doğru uzanıyoruz. Fırtına Deresi kenarında Pınar Tesisleri' nde öğle yemeğimizi yemek üzere duruyoruz ve dere kenarında, fırtına gibi çağlayan suyu seyre dalıp, birkaç fotoğraf çekiyoruz.



Yolumuza Meçhul Asker' in kabrini ziyaret etmek için ara veriyoruz. Verilen bilgiye göre, 1. Cihan Harbi' nde, dere üzerinde kurulu olan taş kemer köprüden düşmanların geçmesini engellemek için, köprünün bomba ile patlatılması ve yıkılması gerekmektedir. Bu görev için gönüllü iki asker çıkar ve fünyeyi çekerler, köprü yıkılır ve düşmanların geçmesi engellenir. Bu sırada askerler de patlamanın etkisiyle dereye düşerler. Akıntıya kapılan askerlerden biri bugünkü Meçhul Asker mezarının bulunduğu yerde, köylüler tarafından bulunur ve defin işlemleri yapılır. Diğer asker ise bulunamaz, Fırtına Deresi' nin sularına kapılmıştır. Şehitlerimize Allah' tan rahmet, bizlere de şefaatlerini dileriz (Ruhlarına Fatiha okumanızı rica ederiz).

Asma Köprü' deyiz şimdi de. Ayağınızı koysanız bile sallanan bu güzel köprüye kaç kişi çıkıyor aman Allah' ım:):) Korku dolu olsa da ortasına kadar ilerleyip hatıra fotoğrafı çektirmeyi unutmuyorum :)

Ayder yolu üzerinde, Osmanlı zamanından kalma tarihi ve oldukça güzel köprüler var. Hepsinin yanında durmamız mümkün olmasa da, bir tanesinde durup fotoğraf çektiriyoruz.

Çamlıhemşin' den Ayder yaylası yoluna giriyoruz. Bu arada yolda giderken havanın değiştiğini, sislerin dağların üzerine bir tül gibi yayıldığını farkediyoruz. Ayrıca dağlar oldukça dik yamaçlardan oluşuyor. Bu durum özellikle Ayder' e yaklaştığımızda gösteriyor kendisini. Dağlar sanki üzerinize düşecek gibi geliyor insana:)

Ve sonunda işte o muhteşem güzellik.. AYDER YAYLASI

Önce büyük şelalenin önünde durup birkaç hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Daha sonra, otelimize geçmeden önce, bir de daha yukardaki derenin olduğu yere gidip, sis örtüsü ile bürünmüş güzel dağları ve akan dereyi fotoğraflıyoruz. Bu arada otobüsümüzle derenin olduğu yere ilerlerken yolda bir gurup genç görüyoruz. Arabayı durdurup, arabadan çalan müzikle horon tepiyorlar.:) Tabi ben de eksik kalmadım, otobüsümüzden inen birkaç kişinin yanına sokulup başladım videoya almaya :) İşin en komik tarafı da, yoldan geçen diğer arabaların da durup, hatta içlerinden horon bilenlerin katılması ve halkanın bir anda genişlemesi :):):) İşte Karadeniz budur...Heran heryerde hareket ...




Hava öyle temiz öyle temiz ki (maşallah :)) içimize derin derin çekiyoruz temiz havayı. Ormanlara bakıp, apartmanlara alışkın gözlerimize bayram ettiriyoruz kısa süreliğine de olsa...İşte oteldeyiz, o gürül gürül akan dereye sıfır olan Haşimoğlu Otel'de. Hani deniz kenarlarında denize sıfırdır ya tercih, burda da bizim tercihimiz dereye sıfır :).

Burada da tahta odalarda kalıyoruz, içimizi ısıtıyor tahtanın sıcaklığı. Oda ne kadar küçük de olsa, sıcacık, ortam çok güzel gerçekten. Rahatımız için herşey düşünülmüş. Pencereden, az önce başlayan çise yağmurla ıslanan, sisle kaplı etrafı seyre dalarken, yemek zamanı gelip çatıyor. Canlı müzik ile horon gösterisi izlemenin de verdiği heyecanla yemeğimizi hemen yiyoruz.

Tulumu kemençeden daha çok sevmeme sebep olacaktı demek ki bu akşam yaşayacaklarım:) Önce yavaş başlayan, basit gibi görünen horon oldukça uzun bir zaman sonra hızlanıyor. Büyüyen horon halkasının içinde otelde kalan misafirlerin yanı sıra otel çalışanları da var. Sonraları "siz bir ekolsünüz" diyorum içlerinden bir amcaya. Öyle bir oynuyor ki, insanı özendiriyor. Bu arada biz de arkadaşımla videoya alıyoruz oyunu, bir yandan da ayaklarımızla horon öğrenmeye çalışarak, ama nafile:) Bir adım bile ilerleyemiyoruz beş günde...

Horon gösterisi bittiğinde, otelin televizyonodasında oturmaya karar veriyoruz, çünkü dışarısı öyle soğuk ki, hava alayım derken üşütmekten korkuyoruz. Burada önce tv ile başlayan gece, tura beraber katıldığımız kardeşlerimizle deriiin bir sohbete dalmamızla ve sonra uykuya yenik düşen gözlerimizin uyarısını dikkate alarak yatma kararımızla tamamlanıyor. Bu arada sohbet ettiğimiz köşede bulunan şöminenin (yanıyor gerçekten) üst tarafında, yöresel bazı eşyalarla donatılmış bölümden bir kare çarpıyor gözüme. Ayağın şeklini koruyan bi çorap:):):) Nasıl olur yaa diyorum, bu kadar komik bişey görmedim.


Sabah taze köy yumurtası ile yapılan güzel kahvaltı, otelde yaşadığımız son anı oluyor bizim için. Şimdi buradan ayrılıp başka güzelliklere yelken açıyoruz.

20 Eylül 2011 Salı

Karadeniz Turu-Uzungöl

Merhaba gönül dostları, bu kez de sizlere Cihan Balcı Turizm ile çıktığımız 5 günlük Karadeniz turundan bahsedeceğiz.

Turda bana eşlik eden dostum Selma' ya ve canım anneme teşekkürler.

Sabah 7'de Sıhhiye'deki Sezenler sokakda buluşup, otobüse binmemiz ile başlayan yolculuğumuzda, Samsun' a geldiğimizde denizle ve yeşille buluşunca, bir o tarafa bir bu tarafa bakmaktan yorulan gözlerimizi dinlendirdiğimiz ilk durağımız Giresun Tirebolu Çay Fabrikası. Öncelikle fabrika sorumlusundan çayların nasıl bir işleme tabi tutulduğunu öğrenmemizden sonra, bizlere ısmarlanan çay ile  fındık ve fındık ezmelerini yiyoruz. Manzara öyle güzel ki, denizle ve muhteşem gün batımı ile aramızda sadece bir kara yolu var. Hemen ilk manzara ve günbatımı fotoğrafımızı çekiyoruz.


Çay ikramı ve çay alımından sonra buradan hareket ediyoruz. Bundan sonraki ilk durağımız Trabzon Çaykara' ya bağlı Uzungöl. Akşam geç bir vakitte ulaşabildiğimiz Uzungöl' de ilk işimiz İnan Kardeşler Oteli' ne yerleşmek. Yöresel tatların da olduğu güzel bir yemek ve ardından gelen horon ve kolbastı gösterilerinden sonra odalarımıza yerleşiyoruz. Kütük bir ev şeklinde, çok hoş bir mimari ile bezenmiş odamızda, balkonda tertemiz dağ havasını içimize çekiyor ve bizi bekleyen güzel sabaha ulaşmak için uykuya dalıyoruz.

Güneşin doğuşu buralarda daha bir farklı. Temiz hava, oksijen, bu muhteşem güzellik(maşallah diyelim) başımızı döndürüyor. Otelde, yöresel ürünlerden oluşan oldukça zengin ve güzel bir kahvaltıdan sonra, bahçesinde fotoğraf çekiyoruz.

Daha sonra bu güzel tesisten ayrılıp, Ahşap Cami' yi gezdikten sonra, Uzungöl etrafındaki patika yolda yürüyüş yapıyoruz. Birkaç fotoğraf aldıktan sonra bu güzel yerden de, içimizde buralara tekrar kavuşmak özlemi ile ayrılıyoruz.



9 Eylül 2011 Cuma

Gün Ola Harman Ola...

Gün ola harman ola...Belki basit bir teselli gibi görünse de aslında ne hakikatli bir söz, öyle değil mi? 

Sıkıntının, çaresizliğin her yanımızı sardığını hissettiğimiz anlarda, bir dostun dudaklarından dökülür kimi zaman, kimi zaman bir dergide veya kitapta mutsuzluğumuza, umutsuzluğumuza çare olsun diye bir lütuf olarak kaşınıza çıkar bilmemiz gerekenler.  İşte böyle birşey aşağıda paylaştıklarım da. Fatih Üniversitesi Hastanesi' ne tedavi için gittiğim bir zamanda, hastanenin (3 aylık) düzenli olarak çıkan Yaşama Sanatı dergisinde okuduklarım da bu kabilden birşeyler. Şimdi sizi o güzel yazı ile başbaşa bırakıyorum.  

Günlük hayatta birçok olayla karşılaşırız. Bazı kimseler başa gelen olayları büyük bir olgunluk ve sükunetle karşılarken, nazıları da henüz ortada birşey yok iken sanki büyük bir hadise olacakmış gibi panik yaparlar. Oysa gelecekte olması muhtemel neticelere göre endişeye kapılmak ne kadar doğrudur? Geçmiş geçmiştir gitmiştir; gelecekse madem gelmemiş o halde yoktur... Yoktan korkmanın, dövülmeden ağlamanın hiç bir anlamı yoktur. 

Kralın birine hediye olarak Hindistan' dan son derece değerli ipek kumaş gelmiş Kral sarayın terzisini çağırmış ve "Bana 10 düğmeli bir elbise dikmeni istiyorum, düğmeleri altından olacak...ve üç gün içinde teslim etmeni istiyorum" demiş ve eklemiş "Terzibaşı, düğmeleri de bizzat senin kalıp yapıp üretmeni istiyorum!"

Terzi "Ama Kralım üç gün yetmez" diyecek olmuş. Kral "Ben söyleyeceğimi söyledim...Gerisi senin bileceğin iş!" diyerek sözünü kesmiş...Terzi korka korka evine gelmiş, eli ayağı titriyormuş! Karısı terziyi teselli etmeye çalışmış. "Kocacığım, sen hele bir başla ben de sana yardım eder, bu işi başarabiliriz" demiş. Altın düğme yapmak için, önce altın-pirinç karışımı çivileri yuvarlak hale getirip kalıp yapmak gerekiyormuş. Terzi kalıp işiyle 2 gün uğraşmış.

"3. gün gelip çattı, hala kalıp işiyle uğraşıyorum, inşallah bugün elbiseyi diker yetiştiririm" diye kendi kendine düşünürken, hızlıca kapı çalınmış. Terzinin beti benzi atmış, korka korka kağıyı açmaya yönelmiş. kapıyı açmış ve karşısında birkaç saray görevlisini görmüş. Görevlilerden biri şöyle demiş: "Kral hazretleri gece vefat etti! Tabutu için altın renkli çivi lazım.. Terzibaşında çivi var dediler. Çivileri hemen hazırla!"

Bir olay vuku bulmadan hemen üzülüp sıkılmamak gerekir. Büyük bir zatın ifadesiyle "dövülmeden ağlamamalı, hiçten korkmamalı, yok olan şeyi varmış gibi tasavvur etmemeliyiz."

Bu misallerde anlatıldığı gibi, derdimden büyük Rabbim var demeden, gün ola harman ola demeden kendimizi sıkıntıdan kurtulamayacağımızı düşünmek, çaresizlerin çaresi olana güvenmeyi unutarak, çaresizliği iliklerimize kadar hissetmek anlamsız gerçekten. Elbette sabır zor ama altın anahtar :)

Çaresizlerin ve bunun yanında her türlü çarenin Rabbi olan Allah' a emanet...

Esen kalın.

16 Ağustos 2011 Salı

Öfke Kontrolü

İnsan bazen bilir de uygulayamaz. Az yemek yemenin sağlığa daha faydalı olduğu, hayatın her döneminde, sağlıklı yaşamak için spor yapmanın gerekliliği, anne babaya /çocuklara güzel davranmanın gerekli ve faziletli bir iş olduğu, ne kadar rahatlatıcı birşey olsa da alışverişin tadını kaçırmamak gerektiği :) Bunun gibi birçok şey ve özellikle öfkemizi kontrol etmek gerektiği....

Anne babaya itaat konusu, Kuran' da Allah' a itaatten sonra ikinci zikredilen taattir. Kuran' da üzerine önemle düşülen bu konuda özenli davranmalıyız kabul, peki ya sıfatı olan ya da olmayan insanlara karşı davranışta özenli ve şefkatli kelimelerin kullanılması gerekliliğine ne kadar dikkat ediyoruz. Biliyorum şimdi diyeceğiz ki, iyi ama insanlar bana karşı iyi davranırsa ben neden onlara iyi davranmayım ki. Ammmaa bana karşı kötü davranana neden iyi davranayım, o da haddini bilsin kardeşim.!!!

Görünüşte haklı olduğumuzu kanıtlayan bu düşünceler, aslında bize yine imtihanın üzerinde biraz düşünmemiz gerekliliğini hatırlatıyor. Benim hep bu soru aklıma takılır, insanlar kötülük etsin ama biz onlara iyi davranlım, peki neden? Onların yaptıkları yanlarına kar mı kalacak şimdi? İntikamımızı kim alacak bu durumda ?

Bu araya izninizle bir hikaye yazmak istiyorum.

Kalenderiyelik makamına ulaşmış bir derviş, birgün dünyaya ait tüm yüklerden kurtulmak amacıyla, saçlarını kazıtmak üzere bir berbere gider. Tam dervişin saçlarının yarısına ustra vurulmuş, berber ikinci yarısına geçecekken, iri yarı, yiğit mi yiğit görünüşteki bir kabadayı içeri girer ve dervişin kafasına okkalı bir tokat atarak:
"Kalk kabak, biz traş olalım" der. Berber neye uğradığını şaşır ama ne diyeceğini bilemez, karşı çıksa, kabadayının hışmından korkar, çaresiz susar... Derviş ise hiç birşey söylemeden kalkar ve kabadayı koltuğua oturur, bir güzel traşını olup, çıkar berberden.

Derken...Bir gürültü ki kıyamet gibi. Hemen berber ve derviş dışarı çıkar bir de bakarlar ki, geminden boşalmış bir at arabası kabadayıyı sermiştir yere. Bu hazin manzara karşısında dehşete düşen berber, dervişe dönerek:
"Tamam derviş efendi, alındın anladım ama bu kadarı da biraz fazla değil miydi?" der. Dervişse sakin bir şekilde:
"Vallahi darılıp gücenmemiştim, gel gör ki kabağın da bir sahibi var, o gücenmiş olmalı..."

Şu nezakete bir bakar mısınız. Şu, kötülük karşısında gösterilen olgunluğa, insanlığa imrenmez da ne yapar insan?
Bana işte budur ulaşmak istediğim ama ulaşamadığım dedirtiyor:):):) Biz elbette birer peygamber veya derviş değiliz ama onların bunları yaşamasındaki hikmet heralde boş yere değildi. İnsanlığa ibret olsun diye yaşanan bu kutlu ve sırlı olaylardan, üzerimize düşeni yaparak, mutlaka dersler çıkarıp hayatımıza da uygulamalıyız.

Günlük hayatımızda (hele hele dünyanın çivisi çıkmış diyebileceğimiz bugünlerde) karşımıza sabretmemizi gerektiren, bir la havle :) çekmeyi gerektiren olaylar öyle çok çıkıyor ki. Kendi nefsim adına söylüyorum, tahammülüm sıfır malesef. Hemen laf edene lafla cevap vermek, adaletsizlik yapana hiçbirşey yapamazsam eğer beddua etmek geliyor içimden (Beni bundan sonra tanımak istemezsiniz heralde :)). Hani demiştim ya, neden iyi davranayım ki kötülük yapana, o zaman ona bu adaletsizliğin hesabını kim sorcak, işte şeytan vesvesesi olan bu düşünceler yumağı beni öfkeye yöneltiyor, bunu anladım.

Öfke ise fizyolojik zararlarından tutun da, günaha, psikolojik travmalara, haklıyken haksız duruma düşmeye kadar giden olumsuz sonuçlar doğurabiliyor başımıza. O nefis tat olan cevap vermenin hazzıyla dolup taşıyor, doğduğumuzda apak olup günahlarla kararttığımız güzel yüreğimiz. Cevap vereceğiz ve görecek o gününü....

Oysa yukardaki hikayede gördüğümüz gibi, cevap vermemek, (adaletsizlik ve) yapılan kötülük karşısında biraz sabırlı olabilmek, hakkınızın yerde kalacağı :) anlamına gelmiyor. Her an görüp gözeten, haksızlığa uğrayan haksızlık yapanı bağışlasa bile, haklının hakkını alan bir Rab var. Öyleyse nefsi, Allah yerine adaleti sağlıyor olmaktan çıkarmak gerekiyor. 

Biz bilmeli ve sonsuz teslimiyetle iman etmeliyiz ki, "'Her kim zerre kadar bir iyilik işlerse karşılığını görecektir. Faydası kendinedir. Her kim de zerre kadar bir kötülük, şer işlerse karşılığını görecektir. Zararı kendinedir." ayetinde anlatıldığı gibi kul ne yaparsa kendine yapar. Öfkelenmediğimizde incineceğine inandığımız gururumuz bırakın olmasın. Bırakın derviş misali vurana elsiz, sövene dilsiz olalım, bu zayıflık değil güçlü olmaktır. Çünkü en büyü savaş, harplerde değil yürekte nefis ve şeytanla yapılandır....

Unutmamalı ki insan, olanda hayır vardır. Bu haksızlık veya adaletsizlik gibi görünse de... Ne kadar teslim olmak zor olsa da, kadere rıza gösteren ve İlahi adaletin sağlanması konusunda aceleci olmayan insanlardan olmak dilek ve duası ile.

Selam ve saygılar.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Ya Hatice Ya Asiye olmak...

Her genç kızın büyülü ruyası olan evlilik, gençlik yıllarından itibaren şekillendirilir akıllarda. Evlenilecek gençten tutun da oturulacak ev ve eşyalara, doğrulacak çocuklara kadar...

İstediklerimizi, hayallerimizi sıralarız. Bir pembe düştür artık bizim için evlilik, sabırsızlıkla beklenen. Herşeyi yerli yerine oturttuk nasıl olsa, şimdi sıra hayal ile gerçeği birleştirmekte. İşte burada film kopuyor, bir bakmışsın etrafta hiç senin istediğin prenslerden yok :):):)  Eee nasıl olcak şimdi, en önemlisinde takıldın.

Hayalsiz yaşayamaz insan derler ya, o belki de umutsuz yaşayamaz insan olmalı aslında. Hayal kurmak bazen insanın kendine yaptığı büyük bir haksızlıktır belki de. Neden diyecek olursanız, hayat bizim hayallerimizle şekillenmiyor da ondan. (İnanca göre değişir elbet ama) Benim inancımda, burası Dünya'dır sadece ve bir imtihan yeridir. Yani sonsuz mutluluk ve huzur, sonsuz emel dünyası değildir. Bizler, sunulanları değerlendirip, onları şekillendirmeliyiz. 

Bunun yanında elbette bizim hayalimizdekilerin de verilmesi imkansız değil (bizler buna dua diyoruz), sadece burada yanlış olduğunu düşündüğüm, istediğimiz gibi olacağı konusunda çok beklenti içerisinde olmak ve istemediğimiz gibi olduğundaysa hayatı dibe vurdurmak....

Öyle insanlar olmalıyız ki, öyle işte... Ne olursak olalım, ne bulursak bulalım, olması gereken doğru değişmemeli. Olmamız gerekenden dışarı çıkmamalıyız aslında. Doğruya varmaksa amaç, yol ne olursa olsun, sonu doğruya varmalı, öyle değil mi?

Herşeyin mükemmel olduğu, şartların insanı zorlamadığı zaman ve durumlarda, herkes başarıya ulaşabilir belki ama önemli olan zor durumda da çizgiyi koruyabilmektir. Önemli olan adı üzerinde olan imtihan dünyasında, ne zorlukla karşılaşırsak karşılaşalım, insan fıtratından ayrılmamakttır.
Hatice olmak da var işin ucunda Asiye olmak da. Hz. Hatice, peygamber eşi oldu, cennet kadını oldu da, Hz. Asiye, Firavunun elinde cennet kadını olamadı mı? Bakın şimdi Asiye' nin güzelliğine. Demek ki önemli olan, size güzel malzeme verildiğinde, güzel bir iş çıkarmak değilmiş. Önemli olan tuz yokken de yemeğe lezzet katabilmekmiş...

22 Temmuz 2011 Cuma

Urfada Sıra Gecesi

Balıklıgöl' de son tur ve fotoğraflar bitince, hemen kafileyle beraber otobüse binip yaklaşık 5 dakika seyahatten sonra, eski Urfa sokakları olduğunu tahmin ettiğim, dapdaracık aralardan geçerek, sıra gecesi yapılacak olan Yıldız Sarayı' na varıyoruz. Bu arada dolmuşta yüzümün kıpppkırmızı olduğunu söyleyenlerin sayısı artınca, havanın ne kadar sıcak ve bu sıcakta kaleye çıkmanın pek de mantıklı bir fikir olmadığını anlıyorum:):):)

OffOfffOfff ...Yıldız Sarayı(Yıldız Konuk Evi), taş mimari tarzında yapıldığından, gözlerimizi kamaştıracak kadar güzel. Avlusuna açılan birsürü oda var. Bunlardan biri de bizler için sıra gecesi düzenlenen oda...

Yerde sedirler, bizler için kurulmuş güzel sofralar. Türkü söyleyecek bir saz... Daha ne olsun. Urfa' ya özgü yemeklerin sergilendiği,canlı canlı yapılan çiğ köfte, türkülerin en güzel şekilde çalınıp söylendiği bu güzel mekanda geçen vakit, unutulmayacak kadar güzel anlara imza atıyor....


Şimdi yolculuk Urfa Havalimanı, çünkü uçağımızın kalkmasına az bir vakit kaldı.
Urfa gezimiz sırasında bizlere eşlik eden Ferhat' a, Yıldız Konuk Evi' nde bizi en güzel şekilde ağarlayanlara sonsuz teşekkürler....Sağ salim, sıkıntısız, hastalıksız bir gezi nasip eden Allah(C.C)'a sonsuz hamd ederek, gidip gördüğüm yerlerin tadı damağımda kalarak, kafamdaki doğu betimlemesini tamamen değiştirerek, içim oralardan uzaklaştığım için buruk , eve geldiğim, aileme kavuştuğum için sonsuz şükür ve hamd ile dolu şekilde evime varıyoum....

Tanıştığım tüm gönül dostlarına sonsuz sevgiler....

21 Temmuz 2011 Perşembe

Urfa

Urfa'ya geldiğimizde buranın Ankara' dan görünüşte bir farkı yok diyorum neredeyse:) Gayet büyük ve gelişmiş bir şehir. Zamanın akşama yaklaşmasından dolayı hemencecik otelimize gidiyoruz ve Muhteşem El Ruha Oteli'ne yerleşiyoruz. Otelimiz 5 yıldızlı ve taş mimarisi sebebiyle muhteşem bir görünümde, ayrıca Balıklıgöl'e 5 dakika yürüme mesafesinde.

Balıklıgöl, etrafı yemyeşil bir alanla (parkla) çevrili çok güzel bir yer. Bu parkın içindeki Göl Restoran'da güzel bir akşam yemeği bekliyor bizleri. Urfa kebap ve meze yiyoruz oturduğumuz otantik sedirlerin üzerinde...

Nargile içmek ve Balıklıgöl kenarında turlamak arasından bir tercih yaparak, hemen soluğu Balıklıgöl'de alıyoruz. Orayı akşam görmek de nasip oldu hamdolsun :) Muhteşem ışıklandırma insanı mest ediyor. Geziyoruz, Hz. İbrahim(a.s)'ın ateşe atıldığında düştüğü makamı görüyoruz, hem Balıklıgöl hem de park inanılmaz kalabalık hem de gece 11 lere kadar. İnsan, demek urfada bayanlar bu saatte dışarda aileleriyle olabiliyormuş diyor ve şaşırıyor.

Sabah oluyor ve açık büfe kahvaltının ardından, programda olmamasına rağmen düşük bir ücret karşılığı Atatürk Barajı'na gidiyoruz ama kapıda yarım saate yakın izin prosedürü için bekliyoruz. Neyse ki o kadar yol gelmişken, güzel insanlar bize yardımcı oluyor, gerekli yerlerden izinler alınıyor ve barajdayız.... Muhteşem bir baraj, büyüklüğü insanın başını döndürüyor. Birkaç fotoğrafın ardından oradan da ayrılıyoruz.



Burada benim için en güzel anı, Urfalı küçük rehberimiz Ferhat'ın başıma, Mardin'den aldığım pembe puşiyi bağlaması, "güzele ne yakışmaz" diyerek Ferhat'ın, "ne güzel oldu maşallah" diyerek de otobüstekilerin beni onure etmesi :)

Buradan ayrılarak Hz. Eyyub(a.s)'un sabır makamının olduğu yeri ve iyileşmesi için Allah(C.C) tarafından lütfedilen şifalı suyun çıktığı kuyuyu ziyaret ediyoruz.  Şifalı sudan içiyoruz.



İşte öğle vakti de geldi hemececik...Hemen otobüsümüzle Balıklıgöl'e geliyoruz yeniden, Hz. İbrahim(a.s) makamını ziyaret ediyoruz. Burada Hz. İbrahim(a.s)'in doğduğu ve 7 yıl kaldığı mağarayı görüyoruz.

Nemrut tarafından geleceğini tehdit edecek, yeni doğan tüm erkek çocuklarının öldürtülmesi talebi karşısında, Hz. İbrahimin annesi çaresizlikle yavrusunu bir mağarada doğurur ve burada bırakıp arasıra gelip ziyaret eder. Bu esnada Allah(C.C) tarafından bir ceylan Hz. İbrahime bakmak üzere görevlendirilir. Ceylanın 3 memesinden birinden bal, diğerinden süt diğerinden de su akar ve bu şekilde Hz. İbrahim(a.s), 7 yıl sonra büyümüş olarak (14 yaşlarındaki bir çocuk gibi) mağaradan çıkar.

Babası put ustası olan Hz. İbrahim(a.s), annesine Rabbinin kim olduğunu sorunca, annesi senin Rabbin benim der, Hz. İbrahim peki senin Rabbin kim deyince, annesi benim Rabbim baban, onun da Rabbi Nemrut der. Peki onun Rabbi kim deyince annesi cevap vermez. Bu şekilde arayışa giren Hz. İbrahim, ayı, yıldızları, güneşin O' nun Rabbi olup olmadığını sorgular ve hepsinin sonunda kaybolduğunu anlayınca, kaybolmayan ve tüm noksanlıklardan münezzeh olan bir Rab olduğunu keşfeder.

Birgün şehrin dışında Nemrut tarafından kurulan panayıra gelmek istememesi üzerine, putların bekçiliğini yapması istenir. Burada balta ile putları yıkar ve gücünün yetmediği bir putun omzuna elindeki baltayı asar. Nemrut bunları kimin yaptığını sorunca da, balta omzunda asılı olan yaptı der ama Nemrut o putun bunu yapmaktan aciz olduğunu söyleyince, Hz. İbrahim(a.s) öyleyse ona neden inandığını ve medet umduğunu sorar. Bu olaylar üzerine Nemrut, Hz. İbrahim(a.s)'in ateşe atılmasını emreder.

Hz. İbrahim(a.s), 40 gün 40 gece odunlar toplanarak yakılan ateşe, şuan kale olan yüksek bir yerden, mancınıkla fırlatılacaktır. Düzenek kurulur, Hz. İbrahim(a.s) in ateşe atılacağı sırada Hz. Cebrail(a.s) gelir ve bir dileği olup olmadığını sorar. Ancak O, akıllara durgunluk verecek, gönüllere ilaç olacak, bizlere örnek olacak şu güzel cevabı verir: Hasbunallahu ve ni'mel vekil (Allah ın dayanılacak, güvenilecek en güzel dost olduğunu ve zaten halinin O nun tarafından aşikar olduğunu ve bundan bir şikayet duymadığını bildirir)

Bunun karşılığında bir ayet iner: "Ey ateş, İbrahime karşı serin ve selametli ol". Hz. İbrahim(a.s)'in ateşe düştüğü yerde Balıklıgöl, Hz. İbrahim(a.s)'e inanan Zeliha'nın (Nemrutun kızı) düştüğü yerde ise Ayn Zeliha gölü bulunmaktadır. Aşağıdaki Ayn. Zeliha gölünden bir karedir...

Bu güzel ve ibretli kıssayı dinleyip, örnek almamak mümkün değil.

Urfa'da öğleyin, oldukça sıcak bir zamanda kaleye çıkıyoruz. Çıkış taş merdivenlerden ama iniş, Nemrut'un gizli tünelinden. Bugün beyin kanaması geçirmezsem , daha geçirmem heralde diye düşündüm mü bilmiyorum ama :):):) oldukça sıcak birgünde kaleye çıktığımız kesin.




Kaleden sonra apar topar Balıklıgöl'e bir daha gidiyorum ve yem alıp o güzel balıkları beslemeyi nasip eden Allah(C.C)' a şükrediyorum....
Şimdi sıra gezimizin en eğlenceli kısmında...:):):)